Cuma, Eylül 15, 2006

Molla Hüsrev

Feramerz bir Fransız subayıdır. Türklerle nerede ve ne zaman tanışır bilemeyiz ama ecdadımıza hayran olur. Nitekim kendi rızası ile İslâm’ı seçer ve Feramuz adını alır. O devir Fransa’sında Müslüman olmak zor, Müslümanca yaşamak daha zordur. Mübarek kalkar Anadolu’ya gelir ve Sivas, Tokat civarında bir kuytuya yerleşir. Oğluna âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimizin adını koyar. Kızını Osmanlı Emirlerinden Hüsrev Bey’e verir.
Feramuz Bey vefat edince, oğlu Muhammed ablasının yanına sığınır. Eniştesi bu çocuğun müthiş zekasına hayran kalır. Tahsili için ne gerekiyorsa yapar. “Yeter ki sen oku” der, “Gerisini düşünme!” Küçük çocuk bu teveccühün altında kalmaz, gecesini gündüzüne katar, akranlarına fark atar. Nitekim molla olur. Hem eniştesinin adıyla anılan bir molla. “Molla Hüsrev!”

GENÇ KADIASKER

Bakın şu Osmanlının güzelliğine, eğer bir kimse ehil ise önü açılır. Devlet kademelerine ışık hızıyla tırmanır. Nitekim Molla Hüsrev genç yaşta müderris olur. Önce Edirne Şahmelik, sonra Çelebi Medreseleri ondan sorulur. İkinci Murat Han ondaki cevheri farkeder. Devlet hizmetinde saçını sakalını ağartmış onca yaşlı dururken, tutar Kadıasker yapar.
Günler geçer... Murat Han, oğlu Mehmed’i (Fatih’i) Manisa’ya yollamaya niyetlenir. Şimdi ona hem babalık, hem hocalık yapacak birilerini arar. Ancak bu kabına sığmayan hırçın çocuk ulemanın korkulu rüyasıdır. İnanın bir mektep dolusu talebeyle uğraşmak daha kolaydır. Çoğu bir bahane bulur, geri durur. Gelgelelim Molla Hüsrev bu işe gönüllü talip olur. Onu yetiştirmeyi çok arzular, hem de getirildiği muhteşem makamı terk edecek kadar.
Nitekim genç müderris ile hırçın şehzade arasında tarifi zor bir muhabbet başlar. Tabiri caizse abi, kardeş olurlar. Molla Hüsrev onun ufkunu açar. Kendini aşmayı, büyük düşünmeyi öğretir. Zaman zaman Spil Dağı’nın sarp yamaçlarında oturur hayal kurarlar. Karadan gemi yürütür, Haliç’e köprüler atarlar. Sonra minare yüksekliğinde kuleler ve devasa toplar düşünürler. Hani manda iriliğinde gülle atan koca toplar...
Onlar sadece İstanbul’un değil, Roma’nın fethini planlar, buruşuk kağıtlar üstüne Viyana’yı, Paris’i karalarlar. Belki çizgiler çerden çöptendir, ama zafere inançları tamdır, sütun gibi.
Aradan yıllar geçer. Fatih hayallerinin bir kısmını gerçekleştirir (mesela İstanbul’u alır) Molla Hüsrev ise Bursa medreselerinde yeni Fatihler yetiştirir.

Genç padişah hocasını hiç unutmaz. Unutamaz! Fırsatını bulduğu an, bir ilim adamının gelebileceği son noktayı gösterir ona. Şeyh-ül İslâm yapar. Molla Hüsrev tam 20 yıl bu makamda kalır ve kelimenin tam manası ile vazifesinin hakkını verir. Fatih’in ifadesiyle, “Zamanın Ebû Hanifesi”dir.

O NE SOHBETTİR ÖYLE!

Molla Hüsrev’in bakılmaya doyulmayan asil bir siması vardır. Duyguludur, merhametlidir, insana kıymet verir. Sade ve temiz giyinir. Diğer devlet adamlarının aksine küçük ve basit bir sarık sarar. Talebeleri onu öylesine severler ki, seher vakti kapısında birikirler. Etrafında halka olup medreseye götürürler, gece yarısı yine eşikte toplanır, getirirler evine. Zira yolda geçen her an yeni bir şeyler öğrenirler.
Molla Hüsrev Hazretleri’ne tahsis edilen konakta elbette aşçılar, seyisler, hademeler vardır. Ancak o, hiçbirini kendi hizmetinde kullanmaz. Odasını elceğizi ile süpürür, camlarını kendi siler. Esvaplarını yıkar, lambasını yakar. Mübarek gündüzleri ilim anlatır, geceleri ilim yazar. Ki her biri ömre bedel onlarca kitabın sahibidir.

SULTANLARA LALA OLMAK...

Ona göre alimler lala olmalı ve lala yetiştirmelidirler. Sultana hakkı, hakikati, eğriyi, doğruyu gösterebilmenin tek yolu budur. Nitekim kendileri Fatih’e iyi bir lala olur ve gelecek nesiller

için mükemmel lalalar yetiştirirler. Meselâ Bayezid’e, Yavuz’a ve Kanuni’ye istikamet çizen Zembilli Ali Cemali Efendi bunlardan biridir.

Hiç yorum yok: