Cuma, Şubat 24, 2006

Aydos'u Fetheden Rüya

Orhan Gazi'nin padişah olmasından sonra (726/1326), ilk fethedilen yer Üsküdar'ın doğusundaki Semendire (Samandıra) kalesi olmuştu. 728 (1328) tarihinde Konur Alp ile Abdurrahman Gazi, Semendire'nin güney tarafındaki Aydos hisarı fethine gönderildiler. Bir hayli sarp bir kale olan Aydos hisarının fethine hemen muvaffak olamadılar. Aydos tekfurunun güzel bir kızı vardı. Bir gece rüyasında derin bir kuyuya düştüğünü gördü. “Gördü ki bir civân-i nurânî çıkageldi halâs için ânı.” Bu haldeyken güzel bir yiğit geldi, elini uzatıp kızı çıkardı. Sabahleyin hisarın burcundan etrafı seyreden kız, Abdurrahman Gazi'yi gördü ve onun rüyada kendisini kurtaran yiğit olduğunu anladı. O anda İslâm dini kalbinde yer etti ve hemen bir kağıda durumunu açıkça yazdı. İslâm dinine gireceğini bildirerek: “Eğer kalenin fethi muradınız ise, firar ediyormuş gibi buradan geçip gidiniz. Falan gece hisar dibine geliniz. Sizin için bu kalenin fethi kolayca mümkün olur.” diye yazarak, kağıdı bir taşa sağlamca sardı, İslâm askerlerinin bulunduğu tarafa fırlattı. Atılan taş, askerler içindeki Akça Koca'nın atının ayağına dokundu. Akça Koca, “bu taşı atan boşuna atmaz” diyerek atından indi, taşı aldı. Abdurrahman Gazi'nin yanına geldi. Rumca bilen birine yazıyı okuttular. Durumu anlayan Osmanlı askerleri, bir hile ile firar ediyormuş gibi yaparak, oradan uzaklaştılar. Kaledeki düşmanlar onların kaçtığını zannederek işi gevşettiler, zevk ve safa ile meşgul olmaya başladılar. Abdurrahman Gazi ise kararlaştırılan gecede seksen arkadaşıyla kale burcunun altına geldi. Kız da burcun üzerinde onları bekliyordu. Aşağıya uzunca ve sağlam bir kement sarkıttı. Abdurrahman Gazi birkaç arkadaşıyla kemende sarılıp kaleye tırmandı. Önce kapıdaki muhafızları kılıçtan geçirip kale kapısını açtılar. Bütün gaziler içeri hücum etti. Böylece gece yarısından sonra Aydos kalesi Osmanlıların eline geçti. Bu kız Abdurrahman Gazi ile evlendi. Ondan doğan Kara Abdurrahman adlı yiğit, zamanla düşmanın korkulu rüyası oldu. Çocuklarını onunla korkuturlardı. Solak-zâde Tarihi; hazırlayan: Vâhid Çabuk (Ankara, 1989) 1/24-26, Hammer: Büyük Osmanlı Tarihi (İst. 1992) 1/93.

Cumartesi, Şubat 18, 2006

Ölüm Doğuran Nikah

Abbasî halifesi Harun Reşid’in önde gelen devlet adamlarından Cafer el-Bermekî (Ö.187/803), üstün bir alim, zarif bir edib ve pek cömert bir zengin olarak tanınıp sevilmişti. Çeşitli yerlerde valilik ve komutanlık yapmış başarılı bir idareciydi. Halifenin çok sevip takdir ettiği bir yakını ve yardımcısıydı. Babası Yahya el-Bermekî ise Harun Reşid’in veziriydi.

Harun Reşid, Cafer’i ve çok sevdiği kızkardeşi Abbase’yi yanından hiç ayırmazdı. Sohbet meclisinde onları da hazır bulundururdu. Harun, Cafer ile Abbase’nin aynı meclis ve sofrada meşru olarak buluşup görüşmelerini sağlamak için, Cafer’e çok fazla yaklaşmamak şartıyla Abbase’yi nikâhlama teklifinde bulundu. Cafer’in kabulü üzerine, Abbase’yi onunla nikâhladı.

Cafer ve Abbase, sohbetlerden sonra Harun kalkıp gidince başbaşa kalırlardı. Cafer verdiği sözün gereği Abbase’ye ilişmiyordu. Fakat Abbase rahat durmadı. Bir fırsatını bularak, zayıf bir anında Cafer’e nikâhın gereğini yaptırdı ve Cafer’den hamile kalarak bir oğlan çocuğu doğurdu. Halifeden korkan Abbase, çocuğu gizlice Bağdat’tan Mekke’ye gönderdi.

Harun Reşid o sene hacca gitmiş ve işin gerçeğini öğrenmişti. Bu duruma fena halde sinirlenmişti. Cafer’in artan kudreti, nüfuzu, bazı icraatları ve harcamaları da halifeyi ürkütüyordu. Nikâhın neticesi ise bardağı taşırdı. Bir hayatla birlikte bir ölüm doğdu. Cafer-i Bermekî, Harun Reşid’in emriyle idam edildi.

Derler ki, Cafer’in babası Yahya o yıl hac sırasında Kâbe’nin kapısında şöyle dua etmişti: “Allahım! Eğer beni günahlarım yüzünden cezalandıracaksan, çoluk-çocuğum ve mallarımı almakla da olsa senin rızana ulaşmam için cezamı dünyada ver, ahirete bırakma.”

Yahya’nın duası kabul edilmişti. Oğlu Cafer idam edilmiş, kendisi de hapiste ölmüştür.

Tarihu’t-Taberî, el-Kâmil fi’t-Tarih; İbn-i Hallikan, Vefeyatu’l-Ayan

Perşembe, Şubat 16, 2006

Yavuz ve Oğlu

Yavuz Sultan Selim, sadeliği sever ve sade giyinirdi. İhtişam ve debdebeden hoşlanmazdı. Kendisi için lüks şeyler yapılmasını istemezdi. Sarayında eski geleneklerin ve hasletlerin devamını isterdi. Sirkeci ile Sarayburnu arasında sahile yakın bir yerde kendisi için sade ve basit bir köşk yapılmasını emretmi şti. Yavuz bir gün bu köşkü ziyaret ederken, iradesi hilafına mükellef (külfetli) bir köşk yapıldığını görünce canı sıkıldı. Hazine defterdarı Abdüsselam Bey'i azarladı: - Ben sana bu kadar akçe sarfına ruhsat vermemiştim. Bir muhtasarca gölgelik yapılmasını emretmiştim. Bu ne ola? Abdüsselam Bey zor duruma düştüğünü, Yavuz'un kaşlarının çatıldığını görünce titremeye başladı. Canını kurtarmak için: - Padişahım! Ben bu köşkü helal malımdan hünkârım için hediye olarak yaptırdım. Arz ve kabulünü istirham eylerim, dedi. Yavuz Selim asabiyetiyle meşhurdu. Yapacağı işleri uzun düşünür, kat'i kararını verdikten sonra tatbik sahasına kor ve artık itiraza tahammül edemezdi. Bununla beraber makul gördüğü sözleri de reddetmez, kabul ederdi. Yavuz Sultan Selim inceleme ve araştırmayı sevdiği gibi, hayır ve hasenatı da pek severdi. Fakat muazzam inşaat ve muhteşem yapılarla uğraşmaya ne hâli ne de zamanı müsaitti. Hatta kendi camiinin bile yalnız temellerini attırabilmiş, ikmaline imkan bulamamıştı. Bir gün Kubbealtı'nda Divan kurulmuştu. Emektar eski vezirler, ocak ağaları, cümle ulema, defterdarlar ve nişancı efendiler huzur-ı hümayünde toplanmış, konuşuyorlardı. Bir ara şehzade Sultan Süleyman'ın Divan'a gelmesi için Harem'e haber salındı. Kanunî babası gibi değildi, ziynet ve ihtişamı severdi. Giyindi kuşandı, sırtında atlas ve kürk olduğu halde huzura girdi. Mutad selamını verip babasının vereceği iradeyi bekledi. Yavuz oğlunu şöyle bir süzdü: - Süleyman, anan ne giysin? dedi. Vekiller, vezirler önlerine bakıyorlardı. Bu hadiseden sonra bir daha ihtişam içinde Divan'da hazır ve nazır olmadılar. A. Ragıp Akyavaş, Üstad-ı Hayat (Ankara 2005), 1/241. Kaynak: Menzil.net

Pazar, Şubat 05, 2006

Arıcılara Müjde!

Osmanlı medreselerinin ders programı, sadece fıkıh, hadis, tefsir gibi klasik ilimlerden oluşmuyordu. "Riyazî ve tabiî ilimler başlığı altında, cebirden müziğe, fizikten coğrafyaya birçok dalda eğitim veriliyor, eserler telif ediliyordu. Hatta klasik ilimlerde meşhur olmuş alimler, riyazî ve tabiî ilimlerde de hatırı sayılır eserler vererek, hayatı bütün yönleriyle kavrayabildiklerini de gösteriyorlardı. Özellikle tabiî ilimlerde yazılan eserlerde, tecrübe edilmiş uygulamalara yer veriliyordu. Bazen uygulamalar, inanılması güç tulsımlı reçeteleri de içeriyordu. Bu ilginç reçetelerden biri de, Meşhur Hekimbaşı Mustafa Behçetî'nin 1830'larda kaleme aldığı "Hezar Esrar (Bin Sir)" adlı eserinde yer alıyor. Kitaptan orjinal diliyle alınan satırlar, arıcılıkla ilgili bir tecrübeyi nasıl anlatıyor: "Bir kimesne lisanının (dilinin) yarısı miktarı, alt ve üst dişleriyle kavîce (kuvvetli) sıkarak, lisanını dudağından taşra (dışarı) çıkarup, ol hal ile arı kovanına elini soksa, veyahut vücuduna arılar konsa, mâdâme ki (devamlı olarak) lisanını dişleri arasında ola, ol arılar ol kimseyi incitmeyip sokmadığı mücerrebdür (denenmiştir), deyü Şerh-i Kânûn'da, Allame-i Karsî beyan ider. Ve ben kollarımı sığayup arı kovanına elimi idhâl eylediğimde (soktuğumda) birkaç gün kadar arı konup asla bana zarar ve ziyan vermediklerini defââtle tecrübe eyledim." Kaynak: Semerkand Dergisi

Cuma, Şubat 03, 2006

Yönetim Ne Zaman Çöker?

Osmanlı'nın muhteşem zamanlarıdır. Kanunî Sultan Süleyman devletin akıbetini düşünür; günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye. Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi'ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya Efendi'ye gönderir. Mektupta "Sen ilahi sırlara vakıfsın. Bizi de aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının akıbeti nasıl olur? Bir gün izmihlale uğrar mı? Mektubu okuyan Yahya Efendi'nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır; "Neme lazım be Sultanım!" Topkapı Sarayı'nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan Süleyman buna herhangi bir mana veremez. "Acaba bu cevapta bizim bilmediğimiz bir mana mı vardır?" diye düşünür. Nihayet kalkar Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergahına gelir ve der ki: – Ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, sorumu ciddiye al. Yahya Efendi şöyle bir bakar: – Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi size açıkça arz ettim. – İyi ama ben bu cevaptan birşey anlamadım. Sadece "Neme lazım be sultanım" demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi. Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş açıklamasını yapar: – Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olsa, işitenlerde 'neme lazım' deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yese, bilenler de bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başka kimse işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir... Bunları dinlerken ağlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder. Sonra da Allah'a kendisini ikaz eden bir alim olduğu için şükreder. Bu türlü ikazlardan geri kamması için tembih ettikten sonra oradan ayrılır. Mektup Topkapı Sarayı'nda sergidedir. Semerkend Mayıs 2005 sayı:77 S.33

Çarşamba, Şubat 01, 2006

Ölüsü Canlandırılan Padişah

Çilekeş Osmanlı hükümdarı Çelebi Mehmet, babası Yıldırım Bayezid'in vefatından sonra, önce Amasyada hükümdarlığını ilan etmişti.Ona karşı savaş veren kardeşleri İsa Çelebi ve Musa Çelebi de sonunda mağlup olup idam edilmişlerdi. İştebundan sonra Çelebi Mehmet Muhtasar Osmanlı Devleti'nin yeni hükümdarı olarak Edirne'de saltanat kurmuştur (Temmuz 1413). Onbir yıl süren ve şehzade kavgalarıyla geçen "Fetret Devri" bu suretle kapanmıştır. Çelebi Mehmed bütün gücüyle Osmanlı Devleti'ni toparlayıp güçlendirme gayretine girmiştir. Çelebi Mehmet son günlerinde Edirne civarında avlanırken, önüne çıkan bir domuza mızrak attığı sırada, vücudunda nüzul (felç) inerek attan düştü. Hasta yatağında vezirlerini çağırıp talimat verdi: "Tez ulu oğlum Murad'ı getirin. Ben artık yataktan kurtulamam. Murad gelmeden ben ölürüm. Memleket birbirine girer. Tedarik edin, benim vefatım duyulmasın." dedi. Henüz on yedi yaşındaki büyük oğlu Şehzade Murat, o sırada Amasya sancak beyi idi. Ona haber salındığında, Sultan Mehmet birkaç gün içinde vefat etti (Mayıs 1421). Şehzade Murat gelinceye kadar, padişahın ölümü 41 gün herkesten saklandı. Olaydan ancak birkaç kişinin haberi vardı. İç organları çıkartılarak ilaçlanan cenaze, elbisesi içerisinde sarayın penceresi önüne loş bir yere yerleştirildi. Arkasına adam konulup, elleri hareket ettirilerek, önünden geçen askerlere canlısı gibi gösterildi. Böylece kargaşa çıkması önlendi. Nihayet II Murat Bursa'ya gelip tahta çıkınca, ölümü resmen ilan edildi. Çelebi Mehmet'le ilgili daha çok bilgiye ulaşmak için; http://www.menzil.net/otarih/CelebiMehmet.htm http://www.theottomans.org/turkce/sultanlar_harem/mehmetcelebi.asp Yılmaz Öztuna: Büyük Türkiye Tarihi (İst. 1983), 2/382-83; Ziya Nur Aksun: Osmanlı Tarihi (İst. 1994); Solakzade Tarihi, 1/185-88