Cumartesi, Nisan 22, 2006

"İşte Hak İşte Selahiyet"

Yıldırım Beyazit, serkeşlik eden Bulgaristan'ı fethetmişti. Buna içerleyen Macar Kralı Sigismund, başkent Bursa'ya özel elçisini fethi proteto etmek ister. Elçiler Bursa'ya girerler. Geliş çoktan tüm şehirde duyulmuş, gavur görmemiş mereklı halk sokaklara dökülmüştü. Halk süslü koşumlu atlara binmiş elçiyi ve korumalarını izlemekte, bir yandanda gülümseyerek dalga geçiyorlardı: " Vay canına Durak Çvuşum! Görmekte misin ki; koşumlar atlardan, atlar binicilerinden daha değerli... Şu gavurcuklar çok alem vesselam!" "Bunlar niye kadın gibi süslenmişler böyle?" Elçi söylenelerin birkısmını anlar ama bozulduğunu göstememeye çalışır. Zira kral her şart altında diri durmasını emretmişti: "Azametli dur, sert bak, Osmanlı'ların içine korku salmaya çalış! Macar kafilesini görünce yürekleri ürpersin. Padişaha da meydan oku. Hangi hakla Bulgaristan'ı fethendiğini sor. Üzerine yürü. Yüklenebildiğin kadar yüklen! Beni temsil ettiğini unutma." Elçi kralın söylediklerini içinden tekrarlaya tekrarlaya yeniçerilerin ardından saraya girer. Yıldırım Beyazıt elçiyi huzuruna kabul eder. Elçi önce getirdiği hediyeleri takdim eder ve söze başlar: "Azameylü, kudretlü, asaletlü, fehametlü Macaristan Kralını temsilen..." Sadrazam elini kaldırıp elçiyi susturur: "Sadede gel elçi, bizim boş vaktimiz yok. Ayrıca da biz kuvvet, kudret, azamet kaynağı olan Allah'tan başka hiçbir kuvvet, kudret, azametten korkmayız. Bunu böyle belle ve buna göre kelam et." Macar elçi ne diyeceğini şaşırır ve kekelemeye başlar: " Ama kralımızın ordusu çok büyüktür, o yüce bir kraldır." "Dağ ne kadar yüksek olırsa olsun yel üstünden aşar." "Siz yel değilsiniz ki..." "Evet ama sizde dağ değilsiniz! Bize Yıldırım dendiğini duymuşsunuzdur." "İyi ama siz hangi hak ve hangi selahiyetle Bulgaristan'ı işgal ettiniz?" Yıldırım Han bir kur'an ve bir kılıç getirilmesini emreder. Sağ eline Kur'an'nı, sol eline kılıcı alır. Önce sağ elini göstererek: "İşte hak!" Sonra sol elini havaya kaldırıp: "İşte selahiyet!" Sonra elçiye: " Var git şimdi cevabımızı kralına aynen ilet, kendisinden korkmadığımızı söyle. Biz hakkı Kitabimızdan, selahiyetide kılıcımızdan alırız! Allah'a güvenir yalnız Ondan korkarız. Bütün küffar birleşip üstümüze gelse davamızdan dönmeyiz!"

Cuma, Nisan 21, 2006

Mazi ile Alâkayı Kesmek

Hamdullah Suphi Tanrıöver, tek parti (CHF) hükümetinin Maarif Vekilliği'ni yaptığı yıllarda Bükreş'te elçi olan Yugoslavya'nın büyük şairlerinde birini İstanbul'a davet eder. Gayesi İstanbul'un güzelliklerini gösterip şiir yazdırtmaktır. Bunun için dolaşırken Süleymaniye Camiî'ne de uğrarlar. Camiden çıktıktan sonra şair ve iki arkadaşı, böyle muhteşem camiyi yaptıran "Muhteşem Süleyman" Kanunî'nin türbesini ziyaret etmek isterler. Bu istek karşısında Hamdullah Suphi'nin rengi değişir, benzi atar. Çünkü o dönemde mâziyi hatırlatacak herşeyin izleri silinmeye çalışıldığından, türbelerin kapısına kilit vurulmuştu. Hamdullah Suphi sonunda: "Biz bir müddet mâzi ile alâkamızı kesmek istedik. Onun için türbeleri kapattık." diyerek gerçeği açıklamak zorunda kalır. Misafirler çok şaşırır. Tuhaf tuhaf birbirine bakıp: "Ciddi mi söylüyorsunuz?" diyerek şaşkınlıklarını bir müddet üzerlerinden atamazlar. Daha sonrada şu ibretlik sözleri söylerler: "Tarihi olmayan milletler, tarih huzurunda esâtir ve efsane uydurarak kendilerini tatmin ederler. Sizin büyük bir tarihiniz var. Bu tarihi yapanların türbelerini nasıl oluyorda kapatabiliyorsunuz?!" CHP Yedinci Kurultay Tutanağı, s. 403

Cumartesi, Nisan 15, 2006

Atatürk'ün Sultan Vahdettin ile Son Görüşmesi

Anadolu'ya geçmek için hazırlıklarını tamamlayan Atatürk, Yıldız Sarayı'na gitti. Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, onu çok küçük bir odada kabul etti. Hemen hemen diz dize oturdular. Padişahın sağında mini bir masa üzerinde güzel ciltlenmiş kalınca bir kitap, bir Osmanlı Tarihi vardı. Pencereden Boğaz, Boğaz?ın mavi sularında birbirine paralel dizilmiş ve toplarını saraya çevirmiş olan düşman savaş gemileri görünüyordu. Padişah, ona dedi ki: – Paşa, devletimize çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba geçmiştir! Elini Osmanlı Tarihi?ne koydu, bastı ve ilave etti: – Tarihe geçti!... Sonra dedi ki: – Bunları unutunuz. Asıl bundan sonra yapacağınız hizmet şimdiye kadar yaptıklarınızdan mühim olacaktır. Paşa, isterseniz devleti kurtarabilirsiniz! Atatürk cevap verdi: – Bu yolda elimden gelen yapacağıma emin olmanızı rica ederim. Vahdettin: – Muvaffak olunuz! diyerek ayağa kalktı. Ziyaret sona ermişti. Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.86-87

Korkusuz Şehzade

Yavuz Sultan Selim henüz beş-altı yaşlarında bir çoçuktu. Amasya'daki sarayın bahçesinde ok talimi yapıyordu. Yay boyunu aşıyordu ama o bu yaşya attığını vurmaya başlamıştı. Babası Sultan II. Bayezit bir ağacın arkasında onu seyrediyordu. Yavuz son okunu da tam hedefe saplayınca, dayanamadı; saklandığı yerden çıkıp, oğluna sarıldı: – Allah gücüne güç katsın oğlum. Ama niçin yalnızsın? Küçük Selim hayretle: – Yalnız değilim ki Sultan babam; Allah her yerdedir! Aldığı cevap, Bayet'i şaşırttı ama belli etmedi. Sarayın bahçesi ulu ağaçlarla süslüylü. Ormandan farkı yoktu. – "Oğulcuğum," dedi Sultan Bayezit, " tek başına buralarda dolaşma. Düşmanlarımız var. Allah korusun; san bir kötülük etmek isteyebilirler!" Selim duraklardı. Sonra, iki yaşından beri yanından ayırmadığı küçücük kılıcını çekip: – Pederim! Bu kılıcı süs için bağlamadık. İcap ederse kendimizi korumasını biliriz. Hem pederimizin korkusundan dünyanın öbür ucundaki düşmanın yüreği titrerken sarayın bahçesine girmeye kim cesaret edebilir? II. Bayezit, hayretten donakalmıştı. Onda kimsede olmayan bir şeyler vardı. Vaktinden önce gelişmiş, aklı boyunu aşmıştı. Selim'i, elinden tutup, saraya götürürken; "Hiç şüpem yok. Bu çocuk ilerde ne yapıp edip padişah olacak. Şimdiden ona tahtın yolunu açmalıyım." Böyle düşündü ya, gün gelip Şehzade Selim, istediğini almasını bildi ve Osmanlı'nın Yavuz Sultan Selim'i oldu.