Cuma, Eylül 15, 2006

Evliyalar

Zembilli Ali Efendi

Ali Cemali Efendi Anadolu’yu nurlandıran velilerden Cemaleddin Aksarayi’nin torunudur ve tedrise beşikte başlar. O, misli zor görülen bir hafızaya sahiptir. Üstün körü geçilen kitapları bile harekesi harekesine ezberler ve yaşından beklenmeyecek sorular sorar. Hocaları böyle bir kabiliyetin önünü tıkamaktan çekinirler “Sen buralarda zâyi olma” derler, “Büyük âlimlerde oku, meselâ Molla Hüsrev’e git!”
O da öyle yapar. Molla Hüsrev ona bildiklerini öğretir, ancak “bunlar işin zahiridir” der, “şimdi sırlara ersen gerek. Bir Hakk aşığı bul ve ona köle ol!”
Hani derler ya, Allahü teâlâ vermek istemeseydi, istek vermezdi. Ali Cemali Efendi’nin ihlâsından olacak, Ebûl Vefa gibi bir veli çıkar karşısına.

İşte böylesi genç ve bilgili biri, adı sofuya çıkan padişahın gözünden kaçmaz. II. Bayezid O'nu sürekli takip eder. Bursa, İznik ve Bâyezid medreselerinde ders verdirir. Sonra tutar şehzadeler şehri Amasya’ya Müftü atar.
Görünen o ki Ali Cemali Efendi’nin önü açıktır. Ancak o devlet erkânı ile haşır neşir olmaz. Gecesini gündüzünü işine verir. Hâlbuki bulunduğu mevki birileri ile iyi geçinmeyi gerektirir. Mübarek mâkamında gözü olanları farkedince “Merâklısına mübarek olsun!” der, devlet kapısını terkeder. Çeker çarığını, düşer yollara.

ŞEYHÜLİSLAM OLDUNUZ!

Ali Cemali Efendi, Resulullah aşığıdır. İçindeki coşkunun seline kapılır Haremeyn’e gider, hacceder. Mükerrem Mekke’de ve Münevver Medine’de ilim meclislerine katılır. Feyz devşirir dervişçesine. Derken Kahire’nin ilim iklimi onu cezbeder, tam bir yıl kütüphane kütüphane gezer, medreselerde ders dinler. Osmanlı tedrisatı ile Arab tedrisatını mukayese eder. Buralarda daha ne kadar kalmayı düşünür bilemeyiz, ancak II. Bayezid onu Dersaadet’e çağırır. “N’olur, Buyurun Hocam!” der “Şeyh-ül İslâm oldunuz!”
Ali Cemali Efendi zühdü ve takvası ile tanınır. Onda zerre kadar rütbe, şöhret hırsı yoktur. Hal böyle olunca doğru bildiğini söylemekten çekinmez. Belki de bu yüzden ölünceye kadar (tam 24 yıl) makamında kalır. Bayezid-i Veli’nin ardından Yavuz ve Kanuni gibi iki zirveye hizmet eder.
Bir gün Yavuz Sultan Selim’in birkaç memurun kafasını vurduracağını duyar. Tutar eteğini saraya koşar. Divan toplantısına rağmen Padişaha çıkar. Yavuz tavizsizdir. “Vazifelerini ihmal ettiler hocam” der, “cezalarını versem gerek!”
Zembilli Ali Efendi kaşlarını çatar: “Benim şeyhülislamlıktan anladığım tek şey var!” der, “Senin ahiretini kollamak. Halbuki sen vebâle yürüyorsun. İnan, elim azaba duçar olursun. Benden söylemesi!” Ve çeker kapıyı gider.
Yavuz’a tek söz düşer “Öyleyse affettik gitti!”
Sultan Selim çok celâllidir. Evet, devlete millete yararlı olanları mükafatlandırmayı da bilir, ancak en ufak hatayı cezalandırmadan duramaz. Yavuz tez parlar, ama haksız yere can yakamaz. Zira Zembilli Ali Efendi mazlumların sığınağıdır. İşte genç Sultan Şeyhülislâmını bu yüzden çok sever. Bu pervasız ihtiyarın gölgesi yeter ona. Yoksa

ahiretteki hesabı çetin olacaktır.

ZEMBİLİN HİKAYESİ

Mübarek mütebessimdir, refiktir, yumuşaklığı sever. Ufacık çocukları bile muhatap edinir, onlara nasihat eder. İnsanların çekinmeden soru sorabilmelerini çok ister. Ancak üç kıtaya yayılan bir imparatorluğun şeyhülislamı halkın gözünde destan kahramanı gibidir. O, ne kadar mütevazı olursa olsun, karşısındakileri ter basar, huzurda sıkılırlar. Mübarek pratik bir yol bulur. Zembilini camdan sarkıtır. Sorusu olan bir kağıda yazıp zembile bırakır. Mübarek derhal cevabını yazar ve yine zembille sallandırır aşağı. Düşünürseniz zor iştir. Her gün önünüze gelen yüzlerce kağıt ve birbirine benzeyen sıradan sualler. Ama o bunu kurtuluşunun sermayesi bilir. Öyle ya, insanlara Allah’ın dinini öğretmekten güzel iş mi vardır?
Mübarek çok merhametlidir, kendisine ve çevresindekilere yapılanları görmezden gelir, ancak mukaddesatımıza saldıranlara acımaz. Hatta sultanı tavır koymaya zorlar. Yavuz’u Çaldıran savaşına sürükleyenlerden biri odur. Yine Mısır Seferini sonuna kadar destekler.

RODOS’TA GEÇEN YILLAR

Kanuni bütün Avrupa'yı hizaya sokar. Ancak Rodos hâlâ Akdeniz'in çıbanıdır. Zembilli Ali Efendi Padişah'ı sefere inandırır. Mübarek gözü kara bir cihad sevdalısıdır. Hatta yiğitlere yoldaş olur, adanın fethine katılır. Eli kanlı eşkıyalara, fitneci şövalyelere karşı savaşır. Rodos ele geçince burada kalmaya niyetlenir. Ömrünün son demlerini yerli halka İslâmiyeti anlatmakla geçirir. Burada medreseler, imaretler kurar ve ileri yaşına rağmen yıllarca imamlık yapar. Nice Rum'un hidayetine vesile olur ki, Rodoslu Müslümanların mayasında onun gayretleri vardır.
Mübareğin sonu hoş olur. Ayan beyan ölüme hazırlanır. O gün görülmedik şekilde neşelidir ve çevresindekilerle tek tek helalleşir. Talebeleri ayrılık vaktinin geldiğini anlar, çok ağlarlar.
Nurlu kabri Zeyrek yokuşunda kendi dergâhının bahçesindedir.

Yahya Efendi

İstanbullu denizciler Boğaz’ın dört manevi bekçisi olduğuna inanırlar. Bunlar Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayi, Beykoz’da Yuşa Aleyhisselam, Sarıyer’de Telli Baba ve Beşiktaş’ta Yahya Efendi’dir.
Hal böyle olunca Yahya Efendi’nin dergahına denizciler sık gelir, giderler. İşte Karadeniz’de amansız bir fırtınaya yakalanan Apostol adlı Rum, zor anlarında “Aman Ya Rabbi!” der, “Şu sıkıntıdan bir kurtulayım, Yahya Efendi’nin dergahına en pahalısından bir fıçı şarap...”
Eh, o telaşede Müslümanların şarap içmedikleri hatırına gelmez tabii. Yine aynı dalgınlıkla yüklenir fıçıyı gelir dergaha. Müridler bu işe bayağı bozulurlar. Hatta içlerinden ters ters bakanlar olur. Apostol yaptığı gafın farkına vardığında, çok geçtir. Tam fıçıyı açmakla, kaçmak arasında tereddütler geçirdiği anda Yahya Efendi görünür. “Aman efendim! Niye zahmet ettiniz.” der, “Hadi açın da misafirlerimizin ağzı tatlansın!” Garibim fıçıyı korka korka açar, ama içinden mis gibi nar şerbeti çıkar. Büyük veli onu mahçup etmez, hatasını, ama samimi hatasını kerametiyle örter. İşte bu müşfik tavır üzerine Rum gemici “Ey yol güneşi” der,” Vallahi senin dinin haktır!”

MAHLUKATA ŞEFKAT

Yine bir gece Yahya Efendi telaşla kayıkhaneye koşar ve acele ile sandalı indirip denize açılır. Ortalık savaş meydanı gibidir. Rüzgar ıslık çalar, dalgalar kubbe kubbe gelir, sahilde patlar. Çok geçmez Yahya Efendi batmakta olan bir kayıktan iki papazı kurtarır döner geriye. Onlara kuru giyecekler verir, ateş başına oturtur. Sonra sıcak bir çorba koyar önlerine. Adamcağızlar bu olaydan öylesine duygulanırlar ki, anlatılamaz. Nitekim bizzat Beşiktaş Metropoliti ziyarete gelir teşekkür eder.
Yahya Efendi dergahın misafirlerine mutlaka bir şeyler ikram eder. Talebelerine yemek çıkarmakla kalmaz, harçlık da verir. Saray ricali burayı sıkça ziyaret eder, değerli hediyeler getirirler. Mübarek onların tamamını fakirlere dağıtır.
Yahya Efendi her meslekten ve her meşrepten insanı muhatap alır, onlarla sofraya oturur. Kim olursa olsun “aşık” diye hitap eder.
Baba Tarık adlı bir balıkçı zor günler yaşar. Nedendir bilinmez her gün balığa çıkar, ama denizden dişe dokunur bir şey alamaz. Karısı açar ağzını yumar gözünü. “Miskin herif!” der, “sen dergah dergah dolaş bakalım. Kızının düğünü yaklaştı, daha çeyizi bile yapılmadı.”
Yahya Efendi, Tarık Baba’nın sıkıntısını hisseder, işini gücünü bırakıp onunla denize açılır. Balıkçı “Aman efendim deryada balık mı kaldı?” dese de Halık’a güvenir, ağ salar. Eh onun attığı ağlar elbette balık dolar.

BALA BAN BALA BAN

Günün birinde, Rum çocuğunun biri soluk soluğa dergahın bahçesine girer. Kan ter içinde “Koyunlarım...” der “koyunlarım bu tarafa kaçtılar” Dervişler arar, tarar, ama bulamazlar. Çocukcağız bitkin ve ağlamaklıdır. Tam bu esnada Yahya Efendi görünür. “Bu delikanlı yorulmuş” der, “sanırım acıkmıştır da. Koşun ekmek, yağ, bal getirin!” Garibim hala ürkektir. Mübarek sofraya katılır ve ona cesaret verir.
“İşte sana tereyağı, bal, taze nan (ekmek)
Dilersen yağa ban, dilersen bala ban!”
...Balaban! İşte bu son kelime çocuğu şaşırtır. Çünkü adı Balaban’dır. Bu şiirli ikram çok hoşuna gider. Tam o sıra dervişler küçük çobana koyunlarının bulunduğunu müjdelerler. Sonraki günlerde Balaban ve babası tekkenin müdavimlerinden olurlar.

KİME GÖLGE?

“Şimdi bunlar iyi, güzel de konumuzla ne alâkası var?” dediğinizi duyar gibiyim. Öyle ya, Yahya Efendi’nin gölgesine sığınan padişahlar kimdir acaba? Mübarek hangi ufukları açmıştır onlara?
Peki oraya gelelim. Yahya Efendi, Trabzon Kadısı Ömer Efendi’nin oğludur. O Kanuni Süleyman ile aynı günlerde doğar. Hatta minik şehzadeyi Yahya Efendi’nin annesi Afife Hanım emzirir. Hasılı ikisi süt kardeş olurlar.
Yahya Efendi balıkçıya, kayıkçıya bile kıymet verir, çoluk çocuğu muhatap edinir. Hâlimdir, selimdir, ama yeri geldiğinde Kanuni gibi bir cihan imparatoruna “Bakasın bre süt kardeş!” diye çıkışacak kadar yüreklidir. Nitekim günün birinde papazın biri atının yularına yapışır. “Bu da adalet mi yani?” der, “Doğru dürüst defter tutulmuyor, ölülerimizden bile haraç istiyorlar!” Yahya Efendi derhal sultana çıkar. “Yazıklar olsun” der, “Böyle ele geçen mal helâl değildir. Yediğin, içtiğin, sarayın, saltanatın, haram sana!”
Kanuni ağlamaklıdır. “Ağabey; halimi Allah biliyor ki bunlardan haberim yok!” diye sızlanır ve ikinci azarı yer “O halde gaflettesin. Allahü Teâlâ’nın huzuruna çıktığında ne cevap vereceksin? Korkarım yakanı kafirlerin eline verecekler. Sürüm sürüm sürünecek, cehenneme itileceksin. Unutma tacın, tahtın, burada kalır, seni şöhretin değil, adaletin kurtarır!”
Yahya Efendi sıkı bir tedristen geçer. O, çölde su arayan seyyah gibi ilim arar. Çiçekten, çiçeğe konar. Hem çok okur, hem ilim meclislerine koşar. Disiplinli ve çalışkandır. Çok beğenilir, hızla yükselir. Gün gelir Osmanlının zirve medreselerinden Fatih Medresesi'ne atanır ki, görevi devraldığı zat, Kadızâde Hazretleri gibi bir zirvedir. Ancak özlediği makam bu değildir. Onun rüyalarını, bir Allah dostunun dizi dibinde manevi mertebelere yürümek süsler. Aradığına yıllar sonra kavuşur. Zembilli Ali Efendinin feyzli sohbetleriyle...
Yahya Efendi güçlü bir şair, ünlü bir tabiptir. Hendeseyi, riyaziyeyi yani matematik ve geometriyi iyi bilir.
Eh, her medreseli gibi astronomiden anlar. Hoş, onlar için gökleri satır satır okumak maharet değildir.
Yahya Efendi para, pul peşinde koşmaz, ama Osmanlı müderrisine iyi para verir. Bir evin üç akçeye geçindiği günlerde eline 50 akçe geçer. Yahya Efendi bu para ile o zamanlar kuytu bir yer olan Beşiktaş'ta bir arazi alır ve dergahını yaptırır. Kah kayaları oyar, kah denizi doldurur. İnşaat işlerinde çok mahirdir. İşte ömrünün son yıllarında, sevenlerini burada ağırlar.

"GÖRDÜN DEĞİL Mİ?"

Yahya Efendi'nin Hızır Aleyhisselam ile imrenilecek bir dostluğu vardır ve sık sık bir araya gelirler. Kanuni nereden duyar bilinmez, ısrarla sohbete katılmak ister. Yahya Efendi sadece "Nasip" der. Bir gün padişahla birlikte tebdil-i kıyafet gezintiye çıkarlar. Kayıkçının birine takılıp, boğaza açılırlar. Tekneye Salı Pazarı'ndan boylu poslu, temiz tertipli, insan güzeli bir genç biner. Yanlarına ilişir. Yahya Efendi ile muhabbete başlar.
Koca devletin yükü ağır olmalıdır. Kanuni o gün neyi düşünür bilinmez, dalgındır. Elini suya sokar, dalgaları okşar. Ama olacak bu ya yüzüğünü denize düşürür. Sandaldakilere belli etmez, ama çok üzülür. Yüzüğün hatırası olmalıdır, aklı denizde kalır. Kayık tam Kuruçeşme iskelesine yaklaşırken genç elini suya daldırır ve yüzüğü alıp sultanın avucuna bırakır. Kanuni şaşkın şaşkın ıslak yüzüğe baka dursun, o çoktan kaybolmuştur.
Yahya Efendi sorar.
-Hadi bakalım gözün aydın. Aradığını gördün işte.
-Kimi?
-Hızır Aleyhisselam'ı.
-Hani nerede?
-Bir saattir yanımızdaydı.
-Yoksa o genç miydi?

-Ta kendisi!

BULGAR PEHLİVANI

Kanuni spora meraklıdır. Bir gün saltanat kayığı ile dergahın iskelesine yaklaşır ve Yahya Efendi'yi alıp, Yeniköy Çayırı'na götürür. Burada güreşler vardır. Ancak hiç hesapta olmayan şeyler olur. Nereden geldiği bilinmeyen Bulgar asıllı bir pehlivan bizimkileri duman eder. Adam insan azmanıdır, bacakları kök salar çınar gibi. Koca koca yiğitler çaresiz kalırlar. Bırakın yenmeyi, yerinden kıpırdatamazlar. Adam her yıktığı Türk’ün ardından kahkahalar atar, haçını öperek tamenna çakar. Yerli Rumlar sevinçten çıldırırlar.
Kanuni mi? Kahrolur tabii.
Yahya Efendi bakar Padişah fena bozuluyor, çıkar meydana ve akıllara durgunluk bir pazarlık yapar. "Yenilen, yenenin dinini kabul edecek" der, "tamam mı?" Bulgar pehlivanı bıyıklarını burarak güler, teklifi kabul eder. Ancak bu aksakallı ihtiyar karşısında eli ayağı tutmaz olur. Adalelerinde güç, derman kalmaz. Yahya Efendi onun sırtını yere vurur mu bilmiyoruz, ama nefsini ve kibrini yerden yere vurur. Gözünü ve gönlünü açar. Sayfa sayfa hakikatleri aralar. Pehlivan diz çöker, iman eder.

 

NEME GEREK

Bir gün Kanuni, Yahya Efendi'ye "Ağabey sen ilahi sırlara vakıfsın" diye haber yollar. "Acaba devletimizin encamı n'ola?" Yahya Efendi iki kelime yazar, üstelik altını çizer: "Neme gerek!" Kanuni bu cevaba bozulur. Halbuki sır o kelimelerde gizlidir.
Eğer zulüm yayılır, fukaralar feryada başlarsa ve şahısların menfaati devletin çıkarının üstüne çıkarsa. Üstelik görüp işitenler "Amaaan neme gerek" derlerse bil ki yıkılış yakındır!

Gün gelir Kanuni vefat eder. 2. Selim kendini bir anda devletin başında bulur. Saltanat yükü omuzlarını çökerttiğinde sığınacak gölge, tutunacak dal arar. Birden aklına baba dostu Yahya Efendi gelir. Yüce Veliyi gördüğü an içi bir hoş olur. Onun bir bakışı ile öylesine rahatlar ki tarifi ne mümkün. Devletini ve milletini güvende hisseder ve ayaklarına kapanmamak için zor tutar kendini. Mübarek onu kulaklarından yakalar. "Söyle bakalım!" der, "abdestin var mı?" Sultan edeple başını eğer, zor duyulan bir sesle "Var efendim" der. Yahya Efendi, tonunda şefkat hissedilen bir sesle "Hayır!" der, "benim sorduğum tövbe abdestidir. Şimdi seninle tövbe edeceğiz ve bundan böyle birbirimize eksiklerimizi söyleyeceğiz tamam mı?"
Ve öyle de olur.
Yahya Efendi mükemmel bir şairdir. Şiirlerini "Müderris" mahlası ile yazar ve her bahane ile ölümü hatırlatır, ölüme hazırlanır.
Mübarek, kabrini elceğizi ile kazar ve döner dolaşır kendi mezarına okur. Ona göre müminin ölümü bayram olmalıdır. Bakın şu işe ki bir bayram gecesi vefat eder, cenaze namazı bayram namazını müteakip kılınır ve defnolunur bayram günü.
2. Selim bu nurlu kabrin üzerine nefis bir türbe yaptırır. Derken şehzadeler, paşalar ona komşu olmak isterler. Aşıkları kutlu eşiğe gömülmeyi vasiyet ederler ki gün gelir koca bahçe mezarlığa döner.
Bu kapıdan giren dünyadan sıyrılır. Ama o mekanda ölüm ürkütücü değil, şirindir. Ziyaretçiler duygu seline kapılırlar. İşte edipleri yazdıran, ozanları söyleten hava bu olmalıdır. Ki Evliya Çelebi'den, Tanpınar'a onlarca yazar bu dergahı anlatırlar.

ORTAKÖY'ÜN ÇOCUKLARI

Ortaköy'ü bilirsiniz. Cafeler, publar, gazinolar... Bol ışıklı, cıvıl cıvıl bir dünya. Burası ressamların, yazarların, müzisyenlerin hasılı yaşamayı sevenlerin buluştuğu adres gibi. Yahya Efendi'nin dergahı başka alem. Merkezde bir ahşap mescid. Etrafında binlerle kabir. Dolu dolu ölümü hatırlatıyor insana. İki adım ötede iki farklı dünya.
Ama ikisinin de müdavimleri aynı. Dergaha bakan, onaran, yaşatan yine Ortaköy'ün çocukları. Onlar içlerini hüzün kapladığında da buraya koşuyorlar, yüreklerinde sevinç kabardığında da...Ve inanın buluyorlar huzuru.

"Nerden biliyorsun?" diyeceksiniz.

Tam dergahtan ayrılıyorum, dev gibi bir Harley duruyor önümde. Güçlü motor güp güp vuruyor, nikelajları göz alıyor. Üstünde kotlu, montlu iki genç. Hani adres sorulacak yer de değil ama...? İniyorlar, önce kasklarını çıkarıyor, çizgisi uçuk gözlüklerini katlayıp ceplerine koyuyorlar. Sonra parmaklarını tarak yapıyor, saçlarını atıyorlar geriye. Biri "Ama takkem yok" diye sızlanıyor. Motoru süren "Olsun" diyor, "benim de yok!"
-Şu üstümüz, başımız...
-Boşver oğlum. Allah dostları kalbe bakarlar, kalıba değil.
İçim ılıcık oluyor. Bu çok büyük bir söz! Erbabının elinde kitap olur. "Söyleyene değil, söyletene bak" diyesim geliyor, "Feyz" denen şey bu belki.
Kimbilir?

Şeyh Edebâli Hazretleri

Osman Gazi, Ertuğrul’un ocağında doğar. Destanlarla, menkıbelerle büyür. Babasının silah arkadaşlarını adeta esir eder. Ayaklarına dolanır, önlerini keser. Ne eder eder cenk hatıralarını anlattırır onlara. Akranlarının çelik çomak oynadıkları çağlarda ata biner, yay gerer. Bıyıklarının terlediği günlerde akınlar düzenler.

Bu coğrafyada zemin kaypaktır. İmparator ne kadar entrikacı ise, tekfurlar da dönektirler bir o kadar. Şefkate şiddetle, ihsana ihanetle karşılık verilen bir iklimde insan kurt olmalıdır. Gün gelir tehlikeyi hisseder, pusuları koklar.

Osman Gazi tam bir muhariptir. Atiktir, tetiktir. Attığını vurur, vurduğunu devirir. Cengi satır satır okur ve bin türlü hile bilir. Ama o sadece aşiretini düşünür. Devlet mi dediniz? Yoo hayır! Henüz hayali bile yoktur zihninde.

O yıllarda Derviş Gazi denilen Hakk aşıkları Anadolu’ya sızar. Bunlar genellikle Horasan asıllıdırlar. Hekimdirler, demircidirler, debbağdırlar. Hasılı sanat sahibidirler ve işlerini iyi bilirler. Dürüst ve emindirler. Hıristiyan ahali bunlara “sarıklı” der ve çok güvenirler. Emanetlerini onlara bırakır, hakemliklerine inanırlar. Öyle ya bu diyarda yalan bilmeyen, haram yemeyen kaç kişi kalmıştır?

MÜJDE

İşte bu gönül erlerinden biri de Ebdal Kumral’dır. Manevi ikramlarla donatılmış bir hal ehlidir. Bir gün Ermeni derbenti denen mevkide Hızır Aleyhisselâm’la karşılaşır. Hızır Aleyhisselm Osman Gazi’yi kastederek. “O yiğidin istikbali çok parlak” der, “Var bul onu ve müjdeyi ver!”
-Nasıl bir müjde?
-Yakında rüyasını görür.
-Sırrı bileydik, tabirini yapardık.
-Tabir Şeyh Edebali’ye yakışır.
Ebdal Kumral, dergaha koşar. Vardığında sohbet başlamıştır. Bir köşeye sokulur, diz çöker. Bakın şu işe ki Osman Gazi de oradadır. Genç mücahid kelimesini kaçırmadan şeyhini dinler.
Edebali Hazretleri “Toprağa bağlanın!” der, “Su kullanın, ağaç dikin, bahçelerinizi elden geçirin.” (Bunlar şu coğrafyada kalıcı olduklarına dair işaretlerdir) “Fukaraya sahip çıkın, âlimlere hürmet edin.”
Ve bir sır fısıldar: “Heybetli görünmek isteyen, Kuran okusun!”
Gecenin ilerleyen saatlerinde Osman Gazi el öper, müsaade ister. Edebali hazretleri gözlerini kısar, geceyi dinler. Sonra nedendir bilinmez “Sabah ola hayr ola” der, “gelin kalın burada!”
Bu diyarda ona itiraz ne mümkündür. “Başüstüne” der, baş eğerler.

Derhal döşekler serilir, kandiller çekilir. Avludaki takunya tıkırtıları azala azala kaybolur. Ocaktaki meşe kütüğü çatırtıyla yanar, duvarda kızıl lekeler dolaşır. Dolunay ak gölgelerle ilişir ılık zemine. Uzaktan uzağa ulumalar duyulur ve ıslık dilli bir rüzgâr…

Osman Gazi ayağını uzatıp yatamaz. Zira odada Mushaf-ı Şerif vardır. Bir köşeye bağdaş kurar, tesbihi ile baş başa kalır. Ama bir ara içi geçer, Edebali Hazretlerinin göğsünden çıkan bir nurun kendini kuşattığını görür. Sonra vücudu çınara döner. Dallanıp budaklanır ve çok büyür. Yaprakları bulutlara varır, kökleri kıtaları tutar. Dağlar ovalar, nehirler, şehirler… İnsanlar fevç fevç gelir gölgesine girerler. Huzurlu ve neşelidirler.

TABİR

Osman Gazi rüyanın heyecanıyla gelir kendine. Avluda tıkırtılı takunyalar, su sesi ve şıngırtılı ibrikler. Derken müezzinin yanık sesi odayı doldurur. Mescide geçerler. Osman Gazi rüyanın tesirindedir hala. Ebdal Kumral sorar. “Ne oldu sana?”
-Bir rüya gördüm hocam. Garip bir rüya!
-İyi ya, işte fırsat. Şeyhimize arzeyle.
-Hata etmeyiz değil mi?
-Söylediğin şeye bak.
Osman Gazi, hani o meydanlara sığmayan yiğit Edebali Hazretleri’nin yanında sesini çıkaramaz. Bırakın konuşmayı, nefes almaktan çekinir. Ama bu kez derdini söylese gerektir. Mahçup mahçup rüyasını anlatır. Edebali Hazretleri kısa bir tefekkürün ardından “Ey oğul. Sana müjdeler olsun!” der, “Göğsümden çıkan nur kızımdır (Bâlâ hatun). Seni kuşatması evleneceğinize işarettir. Ağaca gelince: Sen büyük bir devlet kuracaksın. Evlatların adaletle hükmedecekler. Allah-ü Teâlâ seni ve neslini insanların İslâm’la şereflenmesine vesile edecek.
Ebdal Kumral heyecanlıdır. “Vallahi doğru söylüyorsun!” der, “Hızır Aleyhisselam’ın bildirdiği müjde bu olmalı!”

DURSUN FAKİH

Aradan yıllar geçer. Anadolu’daki çalkantılara rağmen beylik büyümektedir. Osman Gazi ihlaslıdır, gayretlidir ama o bir aşiret reisidir hala. Hoş dahasına da talip değildir. Zaman zaman şu beyliğin bile vebalinden çekinir. Ama ûlema cihangirliğe teşvik eder. Gelir, gider devlet fikrini işlerler ki, Dursun Fakih bunlardan biridir.

Dursun Fakih, çok âlim görür, ilim meclislerinde bulunur. Ama gönül gözü Edebali Hazretleri’nin dergahında açılır. Onun akıllara durgunluk veren bir hafızası vardır. Öyle ki bir kere okuduğunu alır ezberine.

O yıllarda Moğollar tam bir beladırlar. Nitekim Anadolu Selçuklularını dağıtır, sultanı tutsak alırlar. İnsanlar korku içinde ve kararsızdırlar. Şöyle tutunacak sağlam bir dal, sığınacak müşfik bir gölge ararlar. Ortalık beyden geçilmez, ama ehilleri nerede?

 

BAĞIMSIZLIK İLANI

Dursun Fakih, Osman Gazi’ye çıkar. “Beyim!” der, “Evet bu güne kadar Selçuklu’ya sadık kaldık, ama Selçuklu kalmadı artık. Siz ne derseniz deyin, adınıza hutbe okuyacağım!”
-Adıma hutbe okumak mı? Hayır, Selçuklu’ya isyan edemem!
-Lütfen anlayın. Selçuklu diye bir şey yok gayri ve bundan böyle olmayacak!
-Bu büyük bir mesuliyet ama…
-Çok sancı çektik. Şimdi yeni bir doğum lazım. Bunu sizin için değil ümmet-i Muhammed için yapacağım. İnsanların ihtiyacı var bize. Sanırım vakit geldi. Rüyayı hatırlasanıza.
Osman Bey hala mütereddittir, ama Dursun Fakih onu dinlemez. Bildiği gibi yapar, çıkar beyinin adına hutbe okur. Ki bu hareketin tek adı vardır: “Bağımsızlık ilanı!”
Dursun Fakih adı üstünde fakihtir. Bilinen ilk şeyhülislâm odur. Genç devletin müesseselerini o kurar. Dahası sağlam temeller üstüne oturtur. Bu ne temeldir ki bir imparatorluğu altı asır taşır.

Dikkat ederseniz Osman Gazi’nin aklında bir devlet fikri yoktur. Onu buna hazırlayan, inandıran, sürükleyen, gayretlendiren hep veliler olur. Hoş sultanlar, onların gölgesinde ağırdırlar.
“Gölge Sultanlar!”… Dizimizin adı, şimdi daha iyi anlaşılıyor olmalı.

 

ŞEYH EDEBALİ’DEN OSMAN GAZİ’YE NASİHAT

“Ey Oğul!
Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana... Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..
Ey Oğul!
Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize vaad edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.
Oğul!
Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir...
Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözüpek) derler.
En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar.. (Bu nasihat Osmanlı’yı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!..
Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..
Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.
Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.
Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın...”

Somuncu Baba ve Emir Sultan

Türkistan'daki Buhara şehrinden yola çıkarak Mekke - Medine'yi dolaştıktan sonra 1389 yılında Bursa'ya yerleşen Muhammed Şemseddin, gösterdiği kerametlerle bir anda halkın sevgisini ve saygısını topladı.

Yıldırım Bayezid'in kızı Hundi Hatun'la evlenen Muhammed Şemseddin halk arasında Emir Sultan adıyla anılır oldu. O, halkı din yoluna çağırırken Padişah'ı da bazı konularda uyarıyor, O'na yardımcı oluyordu.

Bu arada, Emir Sultan'dan önce Bursa'ya gelip yerleşen ve her gün çarşıya gelip, "Somun var müminler, somun var!" diye ekmek satan bir ulu kişi daha vardı ama halk, "Somuncu Baba" dediği bu zatın  kerametlerinden habersizdi.

Günlerden bir gün, Yıldırım Bayezid'in damadı Emir Sultan hazretleri, elindeki çömlekle birlikte bu zatın  fırınına çıkageldi! Ekmeklerle birlikte çömlekteki yemeğin de pişirilmesini istiyordu.

Somuncu Baba, küreğin üzerine koyduğu çömleği fırına sürmeye çalıştı ama, nafile!
O küçük çömlek fırına bir türlü girmiyordu!..

Somuncu Baba, geride durup seyreden Emir Sultan'ın yüzüne baktı ve yüzünde beliren tatlı bir tebessümle konuştu: "-Anladım... Bu işi ancak sen başarabilirsin!"

Emir Sultan küreği aldı ve kolayca içeri sürmeyi başardı. Ama fırının içinde ateş yoktu ve soğuktu. Soran gözlerle ama tatlı bir tebessümle Somuncu Baba'ya baktı. Somuncu Baba yine aynı eda ile konuştu:

"- Bekle... Az sonra pişer!"

Karşılıklı gösterilen kerametlerden sonra iki ulu kişi birbirlerini tanıyıp dost olmuşlardı.

Niğbolu zaferinin anısına Bursa Ulucami'yi yaptıran Yıldırım Bayezid, açılışı damadının yapmasının uygun olacağını düşünmüştü. Cuma günü, kalabalık cemaatin önünde seslendi:

"- Ya Emir! Kapıları sen aç ve cemaata vaaz edip Namaz kıldır. Veli kişi olduğun için bu şeref sana aittir!"

"- Hayır Sultanım! Bu şerefi Şeyh Ebü Hamideddin-i Aksarayi hazretlerine vermelisiniz!"

"- Bu zat kim ola ki?"

"- Belki duymuşsunuzdur Sultanım... Somuncu Baba derler bir ekmekçi koca vardır.
Ulucami işçilerine de ekmek satmıştır. İşte bu zat O'dur!"

Somuncu Baba, "Ne ettin Emirim, bizi ele verdin!" diyerek bütün alçakgönüllülüğüyle camiyi açtı, kürsüye çıkıp vaaz ve nasihatlarda bulundu. Herkes O'na hayran olmuştu.

Rivayete göre Somuncu Baba camiin her kapısından aynı anda çıktı ve herkes elini öptü.

Nalıncı Baba

Murat Han (III. Murat) o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşaallah.
- Hayır mı, şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hala gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri ve kararlı adımlarla Bayezid’e çıkar, döner Vefa’ya. Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarlarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatli bakınır. İşte tam o sıra, orta yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar “Kimdir bu?” Ahali “Aman hocam hiç bulaşma” derler, “ayyaşın meyhur’un biri işte!”
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade ette bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.

ÖFKELİ KOMŞULAR

Bir başkası tafsilata girer. “Biliyor musunuz?” der, “Aslında iyi sanatkardır. Azaplar çarşısında çalışır, nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine” Hele yaşlının biri çok öfkelidir. “İsterseniz komşulara sorun” der, “Sorun bakalım, onu bir kere olsun cemaatte gören olmuş mu?” Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Tam Vezir de toparlanıyordur ki padişah önünü keser.
- Nereye?
- Bilmem. Bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz. Öyle veya böyle tebamızdır. Defnini tamamlasak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
- Olmaz. Rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim. Nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasılhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz. Vefat eden sen olaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim Ayasofya’dan, Süleymaniye’den. En azından Fatih Camii’nden.
- Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Haydi yüklenelim.
Ve gelirler camiye. Siyavuş Paşa sağa sola koşturur kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında.
Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır “Sultanım” der, “yanlış yapıyoruz galiba”
- Nasıl yani?
- Heyecana kapıldık, cenazeyi sorup araştırmadan getirdik buraya, Kimbilir hanımı vardı belki, belki de yetimleri?
- Doğru. Öyle ya. Neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.

 

“BİZİM EFENDİ BİR ALEMDİ”

Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler, sanki bu vefatı bekler gibidir. “Hakkını helal et evladım” der, “Belli ki çok yorulmuşsun.” Sonra eşiğe çöker ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, belki hatıralara dalar. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından. “Biliyor musun oğlum?” diye dertli dertli söylenir, “Bizim efendi bir alemdi vesselam. Akşamlara kadar nalın yapar, ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.”
- Niye?
- Ümmet-i Muhammed içmesin diye.
- Hayret.

BAK ŞU İŞE!

Sonra malum kadınların ücretini öder eve getirirdi. “Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım” derdi. “öyleyse şimdi dinleseniz gerek” O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı İlmihal, Hüccet-ül İslâm okurdum.
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. “Öyle bir imamın arkasında durmalı ki” derdi, “tekbir alırken Kabe’yi görmeli.”
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi.
- İşte bu yüzden Nişanca’ya, Sofular’a uzanırdı ya. Hatta bir gün “Bakasın Efendi!” dedim,
“Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada”.
- Doğru öyle ya?
- “Kimseye zahmetim olmasın!” deyip mezarını kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. “İş mezarla bitiyor mu?” dedim. “Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra “Allah büyüktür hatun” dedi, “Hem padişahın işi ne?”

MEVZUYU MU DAĞITTIK

Şimdi “İyi de” diyeceksiniz, “yazı dizisiyle bunun ilgisi ne?” Öyle ya bugüne kadar hep gölgesine sultanların sığındığı müderrislerden, şeyhülislâmlardan bahsetmeye çalıştık. Ama Allahü Teâlâ’nın öyle kulları da vardır ki, halk onları bilemez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değildirler. Hulûs-u kalp ile boyun büker ümmet-i Muhammed'e, halifeyi müslimine dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar sultana. Bir seher vakti göz yaşıyla yapılan dua, binlerle topun yapamadığını yapar, kralları yıkar, kaleleri paralar.
İşte Nalıncı Baba o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı, Muhammed Mimi Efendi’dir. Bergamalıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü ve mübareği evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını.

Türbesi Unkapanı’nda, Cibali tütün fabrikasının arkasında, Haraçzade Camii karşısındadır.

Molla Hüsrev

Feramerz bir Fransız subayıdır. Türklerle nerede ve ne zaman tanışır bilemeyiz ama ecdadımıza hayran olur. Nitekim kendi rızası ile İslâm’ı seçer ve Feramuz adını alır. O devir Fransa’sında Müslüman olmak zor, Müslümanca yaşamak daha zordur. Mübarek kalkar Anadolu’ya gelir ve Sivas, Tokat civarında bir kuytuya yerleşir. Oğluna âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimizin adını koyar. Kızını Osmanlı Emirlerinden Hüsrev Bey’e verir.
Feramuz Bey vefat edince, oğlu Muhammed ablasının yanına sığınır. Eniştesi bu çocuğun müthiş zekasına hayran kalır. Tahsili için ne gerekiyorsa yapar. “Yeter ki sen oku” der, “Gerisini düşünme!” Küçük çocuk bu teveccühün altında kalmaz, gecesini gündüzüne katar, akranlarına fark atar. Nitekim molla olur. Hem eniştesinin adıyla anılan bir molla. “Molla Hüsrev!”

GENÇ KADIASKER

Bakın şu Osmanlının güzelliğine, eğer bir kimse ehil ise önü açılır. Devlet kademelerine ışık hızıyla tırmanır. Nitekim Molla Hüsrev genç yaşta müderris olur. Önce Edirne Şahmelik, sonra Çelebi Medreseleri ondan sorulur. İkinci Murat Han ondaki cevheri farkeder. Devlet hizmetinde saçını sakalını ağartmış onca yaşlı dururken, tutar Kadıasker yapar.
Günler geçer... Murat Han, oğlu Mehmed’i (Fatih’i) Manisa’ya yollamaya niyetlenir. Şimdi ona hem babalık, hem hocalık yapacak birilerini arar. Ancak bu kabına sığmayan hırçın çocuk ulemanın korkulu rüyasıdır. İnanın bir mektep dolusu talebeyle uğraşmak daha kolaydır. Çoğu bir bahane bulur, geri durur. Gelgelelim Molla Hüsrev bu işe gönüllü talip olur. Onu yetiştirmeyi çok arzular, hem de getirildiği muhteşem makamı terk edecek kadar.
Nitekim genç müderris ile hırçın şehzade arasında tarifi zor bir muhabbet başlar. Tabiri caizse abi, kardeş olurlar. Molla Hüsrev onun ufkunu açar. Kendini aşmayı, büyük düşünmeyi öğretir. Zaman zaman Spil Dağı’nın sarp yamaçlarında oturur hayal kurarlar. Karadan gemi yürütür, Haliç’e köprüler atarlar. Sonra minare yüksekliğinde kuleler ve devasa toplar düşünürler. Hani manda iriliğinde gülle atan koca toplar...
Onlar sadece İstanbul’un değil, Roma’nın fethini planlar, buruşuk kağıtlar üstüne Viyana’yı, Paris’i karalarlar. Belki çizgiler çerden çöptendir, ama zafere inançları tamdır, sütun gibi.
Aradan yıllar geçer. Fatih hayallerinin bir kısmını gerçekleştirir (mesela İstanbul’u alır) Molla Hüsrev ise Bursa medreselerinde yeni Fatihler yetiştirir.

Genç padişah hocasını hiç unutmaz. Unutamaz! Fırsatını bulduğu an, bir ilim adamının gelebileceği son noktayı gösterir ona. Şeyh-ül İslâm yapar. Molla Hüsrev tam 20 yıl bu makamda kalır ve kelimenin tam manası ile vazifesinin hakkını verir. Fatih’in ifadesiyle, “Zamanın Ebû Hanifesi”dir.

O NE SOHBETTİR ÖYLE!

Molla Hüsrev’in bakılmaya doyulmayan asil bir siması vardır. Duyguludur, merhametlidir, insana kıymet verir. Sade ve temiz giyinir. Diğer devlet adamlarının aksine küçük ve basit bir sarık sarar. Talebeleri onu öylesine severler ki, seher vakti kapısında birikirler. Etrafında halka olup medreseye götürürler, gece yarısı yine eşikte toplanır, getirirler evine. Zira yolda geçen her an yeni bir şeyler öğrenirler.
Molla Hüsrev Hazretleri’ne tahsis edilen konakta elbette aşçılar, seyisler, hademeler vardır. Ancak o, hiçbirini kendi hizmetinde kullanmaz. Odasını elceğizi ile süpürür, camlarını kendi siler. Esvaplarını yıkar, lambasını yakar. Mübarek gündüzleri ilim anlatır, geceleri ilim yazar. Ki her biri ömre bedel onlarca kitabın sahibidir.

SULTANLARA LALA OLMAK...

Ona göre alimler lala olmalı ve lala yetiştirmelidirler. Sultana hakkı, hakikati, eğriyi, doğruyu gösterebilmenin tek yolu budur. Nitekim kendileri Fatih’e iyi bir lala olur ve gelecek nesiller

için mükemmel lalalar yetiştirirler. Meselâ Bayezid’e, Yavuz’a ve Kanuni’ye istikamet çizen Zembilli Ali Cemali Efendi bunlardan biridir.

Molla Gürani Hazretleri

1440’lar filandır. Hani II. Murat Hanın hüküm sürdüğü yıllar. Devrin alimlerinden Molla Yegan hacca gider. Dönüşünde Kahire’de mola verir. İlim meclislerine katılır. Üç beş gün de olsa, dağarcığını doldurmaya çalışır.

İşte bu sohbetlerden birinde, genç ama heybetli bir âlim dikkatini çeker. Az konuşur, öz konuşur. İfadeleri sade, ama sağlamdır. İnsanların zor kavrayacağı mevzulardan konuşur, ama onu çocuklar bile anlar. Tek cümleye ciltleri sığdırır sonra. Söz ona geldiğinde cemaat taş kesilir, nefesini tutar. Edeple hisse kapmaya bakarlar.

Molla Yegan bu vakara, bu heybete aşık olur. Çıkışta cesaretini toplayıp yaklaşır, “Senin” der, “Buralarda zayi olmana dayanamam. Eğer ilminin kıtalar ötesinde yankılanmasını istiyorsan, hiç düşünme, gel benimle!”

Genç âlimin dünyalıkta gözü yoktur. Ancak “hizmet!” denilince akan sular durur. Hem böylesine samimi bir teklife nasıl “hayır” denir ki?

Molla Yegan İstanbul’a varınca sultanı ziyaret eder. Murat Han latifeyle takılır: “Bize oralardan ne getirdin?”

Molla Yegan “Öyle bir âlim getirdim ki sultanım.” der, “Tarifi gayri kâbil, meğer ki tanışsanız gerek!” Padişah merakla sorar:

-Nerede?

-Dışarıda efendim.

-Aman ha, bekletmek ne haddimize.

Ve buyur ederler. Mübareğin önce gölgesi düşer eşiğe. Sonra dağ gibi bir adam girer. Başı adeta tavana değer, esmerdir. Sarığından taşan saçları heybet verir ona. Sakalı simsiyahtır, hatta siyah ötesi. Ama dişleri inci incidir ve gözleri ateş gibi. Mütebessimdir, lakin düğme ilikletir insana. O koca koca ağalar, vezirler toparlanma ihtiyacı hissederler. Sükûtu Molla Yegan bozar. “İsmi Ahmed bin İsmail efendim” der. “Ama Araplar onu Molla Gürani diye tanırlar. Suriyelidir.” Murat hanın içi ılıcık olur, bu âlime kanı kaynar. Önce Hüdavendigar medresesine tayin eder, ardından Yıldırım Medreselerini de ona bağlar. Zaman Molla Yegan’ı haklı çıkarır. Bu kutlu ocaklardan pırıl pırıl âlimler yetişir ve diğerlerine fark atarlar. Öyle ya Molla Gürani’de okumak bir ayrıcalıktır.

ZOR ŞEHZADE

Şehzade Mehmet (Fatih) çok zekidir, ancak ele avuca sığmaz. Derslerini bellemekte zorlanmaz, ama hiç çalışmaz. Hele ezberle işi olmaz. Çok hocada okur, ama tamamını yıldırır. Zaman zaman öğretmenlerini makaraya alır.

Hatta bir keresinde hocasını durdurur:

-Aman efendim, ne yapıyorsunuz? der.

-Anlayamadım?

-Mermere basıyorsunuz!

-Eee ne var bunda?

-Az evvel okuttunuz ya hocam. Meryem Validemiz İsa Aleyhisselam’ı taş üstünde getirmedi mi dünyaya. Öyleyse mermere hürmet gerek.

-Ya... Öyleyse çıkar bakayım çorabını.

-Niye hocam?

-Bilmiyor musun aynı Meryem validemiz. İsa Aleyhisselamın beşiğini de yün ile örttü. Öyleyse örgüye hürmet gerek.

Ama bütün hocalar böyle hazır cevap olamazlar. Mehmed bir padişah oğludur ve kendisi istemedikten sonra kimse diz çöktüremez ona.

Murat Han sıkıntının farkındadır. Evet Molla Yegan, Molla Fenari, Molla Ayas muhteşem âlimlerdir. Ancak bu haşarı şehzadeyle uğraşmak, on medrese yönetmekten zor olmalıdır. “Acaba onu kim yola getirebilir?” diye düşünürken Molla Gürani’nin siması belirir gözünde. O ana kadar nasıl da aklına getiremediğine şaşar. Tabii, öyle ya. Dudaklarına alaycı bir tebessüm yayılır. “Hadi bakalım” diye mırıldanır, “Şimdi derslerini kır da, göreyim seni”

SENİ ÖYLE BİR DÖVERİM Kİ!

Padişah Molla Gürani hazretlerini yollarken “Eti de senin” der, “kemiği de. O bundan böyle senin oğlun. Var bildiğin gibi işle!”

Mübarek Manisa’ya vardığı saat, şehzadeyi derse çağırır. Uşaklara bile itibar eder, ama geleceğin sultanını görmezden gelir. Talebesine sıradan biri gibi davranır ve “Otur!” der, “Hayır oraya değil, şuraya!” O güne kadar emretmeye alışan şehzade şaşakalır. Belki de hayatında ilk kez diz çöker. Molla emsileyi açar ve emreder: “Darabe (Dövmek) fiilini çek bakayım!” Fatih fiili kafasına göre çeker. Çat pat bir şeyler söyler işte. Molla Gürani’nin kaşları yıkılır, kafasını “olmadı” gibilerden sallar, bakışlarıyla azarlar. Sonra üstüne basa basa fiili çeker ve sesini yükselterek misallendirir: “Döverim, seni döverim, seni öyle bir döverim ki!...”

Fatih ağlamaklıdır. Dudakları uçuklaya yazar. Korkudan sesi titrer. İçinden son cümleyi tekrar eder. “Darabtühü cidden şediden.” İnanın döver mi döver. Bundan böyle saray halkına rezil olmak da vardır işin içinde.

Şehzade artık geceleri ödev yapmaya başlar ve ezberlerini aksatmaz. Daha doğrusu aksatamaz. Ama gün gelir ilmin tadını alır. Eski haşarılıklarından utanır. Çok değil üç beş ay sonra bambaşka biridir o. Molla Gürani hazretleri “Arabi ve Farisi bilmek yetmez” der, “Düşmanlarının da lisanını öğrenmelisin!” Nitekim Fatih Latince, Sırpça ve Rumca öğrenir. Hem konuşur hem yazar.

Ardından “kafirdir” demez, Şehzadeyi İtalyan asıllı Anconal Giriaco’nun önüne oturtur, Avrupa tarihini okutturur. Dahası neme gerek dedirtmez, aritmetiğe, geometriye, astronomiye zorlar. Hepsi bir yana ufkunu açar. İnanç aşılar. Eğer istenirse gemilerin karadan, kağnıların sudan yürüyebileceğine inandırır.

Bir ara Manisa’ya gelen Sultan Murat, oğlunu tanıyamaz. Fatih görünüşte çocuktur, ama çok olgundur. Ufku geniştir sonra. Hedefleri, idealleri vardır. Ki İstanbul bunlardan biridir sadece. İşte belki de bu yüzden tahtını düşünmeden bırakır ona.

Sultan Murat Molla Gürani’ye şükranlarını sunarken kelime seçmekte zorlanır. Hatta gözü kapalı vezirlik teklif eder. Mübarek boş versene gibilerden omuzunu silker. “Onu isteyene verin Sultanım” der, “Yıllardır bu makama ulaşmak için çalışanları kırmayın. Dostlarınızdan olmayın sonra!”

Ancak kadılığı reddetmek gibi bir şansı olmaz. Nitekim bir müddet devlet erkânıyla çalışır. Ancak fırsatını bulduğu an ayrılır, apar topar Kahire’ye döner. Belki de vebalden kaçar.

HASRET

Mısır Sultanı Kayıtbay Molla Gürani Hazretleri’nin kıymetini iyi bilir. Kahire ne zamandır bu gür sese hasrettir ve Mısırlılar onu ne kadar özlediklerini anlarlar.

Fatih hocasının Mısır’a döndüğünü duyunca yıkılır. İşte tam o günlerde de koca devlet kalmaz mı eline. Şimdi kolu bacağı kesilmiş gibidir. Ona öyle çok, ama öyle çok ihtiyacı vardır ki. Bu güçlü ses yanında olmadan ideallerine kim inanır? Hem ne kadarını gerçekleştirebilir ki?

Hemen alır eline diviti, Kayıtbay’a bir mektup yazar. Ağlamaklı bir üslupla hocasını ister.

Kayıtbay Molla Gürani Hazretlerine hem haberi iletir, hem de “Gitmeyin hocam!” der, “size ne vaad ediyorsa, fazlasını vereyim!”

Molla Gürani acı acı güler, zor duyulan bir sesle “Sizin veremeyeceğinizi vaad ediyor” der, “Evlatlık!” Ardından “ Müsaade edin gideyim” der, “Benim yüzümden aranıza husumet girmesin.”

Fatih Molla Gürani Hazretleri’ni görünce çocuklar gibi sevinir. Hocasına eserlerini rahatlıkla yazabileceği mekanlar sağlar, ardından Şeyh-ül islamlık makamına getirir.

Aradan yıllar geçer. Fatih her sultana nasip olmayan zaferler kazanır. Çağlar açar çağlar kapar. Şimdi ayakları yere sağlam basan bir imparatorluğu vardır. Etrafında usta askerler, bilge vezirler ve güçlü sanatkarlar dolanır. Dahası bütün dizginler elindedir artık. Ama en şaşaalı günlerinde bile Molla Gürani Hazretleri’yle karşılaşınca dizlerinin bağı çözülür. Adımlarını şaşırır. Zira mübarek ona cihan padişahı gibi değil Manisa’da ders okuyan haylaz şehzade gibi davranır. Yanlışlarını evirip çevirmeden söyler yüzüne.

SARAYDA İŞİM NE?

Osmanlı sarayında sıradan hadiseler bile birer törendir. Bırakın divan ve elçi karşılama faslını, padişahın oturması kalkması, yemesi içmesi dahi merasimdir. Ancak Molla Gürani Hazretleri kurallara itibar etmez, ama mevcut düzeni çiğnemek de istemez. Sırf bu yüzden ayağını atmaz saraya. Ama bir arafe günü Fatih “Sizinle bayram başka güzel. Teşrif ederseniz bu fakiri sevindirirsiniz” diye haber yollar. Molla Gürani Hazretleri saray ulağına garip talebeleri gösterir.

“Biz bayramı bunlarla birlikte yapmayı düşünüyoruz” der, sonra elini umursamaz tavırlarla sallayıp “Hem bu yağmurda çamurda sarayda işim ne?”

Fatih mahzun olur. Çocuk gibi içini çeker, “Halbuki” der, “biz onların gelmesiyle bayram yapardık, bilmezler mi?”

Mübarek bunu hissetmiş olmalı, ansızın çıkagelir. Ancak alkış, şiir, methiye, mehter, nevbet fasıllarına aldırmaz bile, bahçeyi atıyla geçerek bütün kaideleri alt üst eder. Belki de lisan-ı hal ile “Gururlanma padişahım” der, “Senden büyük Allah var!”

HAYIRLI SON

Molla Gürani Hazretleri dünya makamlarına rağbet etmez, ancak gençleri yükselmeye teşvik eder. Nitekim gün gelir müderrisliği de bırakır ve mütevazı dergahında bildiği usullerle talebe yetiştirir. Özellikle kıraat (Kur’an-ı Kerim’i doğru okuma) üzerinde çok durur.

Büyük Veli gecelerini ibadetle geçirir ve gündüzleri daima oruçludur. Döner dolaşır ölümü anlatır ve ona hazırlanır. Nitekim bir gün talebelerini toplar. “Şimdi!” der, “üzerinizde olan hakkımı ödeme zamanıdır. Açın bakayım Yasin-i Şerifi!” Genç mollalar onun son yolculuğa çıkacağını anlar ve çok ağlarlar. Molla Gürani her zamanki gibi sakin ve mütebessimdir ama bir başka heybettir belirir yüzünde. “Bayezid’e söyleyin adalet üzere olsun, insanları himaye, beldeleri muhafaza etsin!” buyurur. “Namazımı bizzat o kıldırsın ve borçlarımı (aslında borcu yoktur) sahiplensin. Size vasiyetim şudur ki: Beni garipler gibi defnedin. Mezarıma ayaklarımdan çeke çeke sürükleyin!”

Bayezid Han hem vasiyete, hem de edebe riayet etmek ister. Onu yine çeke çeke sürüklerler, ama zarif bir hasır üstünde.

Millet caddesinden gün boyu otobüsler tramvaylar geçiyor. Topkapı’ya, Eminönü’ne milyonlar akıyor. Ama Molla Gürani Hazretleri’nin kabrini bilen o kadar az ki. “Hani” diyorum Fındıkzade yolumuzun üstü. Hiç değilse geçerken bir fatiha okusak. İnanın buna ondan ziyade bizim ihtiyacımız var. Allah-u Teala böylesi bir gönül ehline nice şefaat izni verir bilemeyiz. Ama olur ya, belki o dehşet gününde bizi de hatırlar... Kim bilir?

Ahmed Kemâlpaşazade

Ahmet Şemseddin, Tokatlı’dır. Annesi, İbn-i Küpeli’nin kızı Yusuf Sinaneddin Hazretleri’nin yeğenidir. Ancak o, babası ve dedesi gibi bir asker olmak ister, orduya girer. İkinci Bayezid Han’ın yanında seferlere katılır.

Ama görünen o ki, bu ocağa ömrünü de verse, geleceği son nokta sıradan sipahiliktir. Zira askerliği sevmesine rağmen, çelebi meşreplidir.

Kışlada Evranosoğlu Ahmed adında bir komutan vardır ki tam bir liderdir. Kara yağız, heybetli bir adamdır. Hani “dağ gibi” derler ya, işte öyle. Gözleri çakmak çakmaktır, sesi yıldırımları andırır. Her silahı maharetle kullanır ve tam bir kurmaydır. Vezirler ardınca yürür, paşalar selama durur.

İhtiyar bir âlimin ordugâha yolu düşer. Libası soluk, hırkası yamalıdır. Çarıkları dağılacak kadar eskidir sonra. Evranos Bey hürmetle eğilir, ellerini öper. Vezir İbrahim Paşa kalkar, yerini gösterir.

Kemalpaşazade sorar: “Bu zat kim?”

-Ona Molla Lütfü derler, Filibe medresesinde muâllimdir.

-Komutan bey hürmet ettiğine göre bir özelliği olmalı.

-Ne gibi?

-Ne bileyim, padişaha yakındır belki.

-Yo hayır.

-Bu itibar sadece ilmine mi yani?

-Ya sen ne sanıyordun?

Kemâlpaşazade Ahmed’in mütevazı dünyasında hırsa yer yoktur. Ama o an ilme karşı dayanılmaz bir merak uyanır. Yüreğinde tomurcuklar açılır. İçi sığmaz olur içine.

İLİM SEVDASI

Rüyalarında kitaplar, rahleler görür, nur yüzlülerin önünde diz çöker. Dayanamaz, Molla Lütfü’yü bulur. Mübârek Kemâlpaşazade’yi hevesli görünce “Hiç durma!” der, “İlme niyetlenen soluğunun hesabını yapsa gerek.”

Ahmed Kemalpaşazâde’de öylesine hızlı bir kavrayış kabiliyeti ve öylesine güçlü bir hafıza vardır ki Molla Lütfü hayretler içinde kalır. Bu genç bir cevherdir. Hâzâ cevher. Tozu alındığında göz kamaştıracak. Işığı cihanı saracaktır. Nitekim talebesinin elini tutar, onu zamanın alimlerinden Kestelli Muslihiddin ve Hatipzâde Muhyiddin ile tanıştırır. Derken Muarifzâde...

İkinci Bayezid âlimlere çok kıymet verir. İbn-i Kemâlpaşa’nın hızlı çıkışından haberdardır. Onu Edirne’deki Taşlık medreselerine tayin eder ve İdris-i Bitlisi’nin Heşt Behişt’ine benzer bir Osmanlı Tarihi yazmasını ister. Eser kısa sürede biter ve kelimenin tam manası ile mükemmeldir. Sultan öylesine hislenir ki anlatılamaz. Söyleyecek söz bulamaz. Onu derhal Üsküp’teki İshak Paşa medreselerine atar, sonra Edirne’deki Halebiye medreselerine terfi ettirir. Bayezid Han bu zinde âlimi çok sever. Elinden tutar, önünü açar. Ama Kemalpaşazade’nin gönlündeki aslan Şehzade Selim’dir. Zira o günlerde doğu illerinde kanlı bir kavga sürer ve Dersaadet vahametin farkında değildir. Bayezid ve paşalarının dikkati hala Avrupa’dadır. Halbuki Acemler köylere kasabalara girer. Kınalı gelinleri, beşikteki bebekleri keserler. Ortalık mezbahaya döner.

YAVUZ’A AÇIK DESTEK

İbn-i Kemâlpaşa kışlayı iyi tanır. Anadolu’da yayılan fitneyi ancak Selim’in bastırabileceğine inanır. Zira İslâm âlemini tek bayrak altında toplayabilecek dirayet onda vardır. Evet Bayezid Han dervişdir, âlimdir, gönül ehlidir. Ama şimdilerde devlet Şehzade Selim gibisine muhtaçtır.

Kemâlpaşazâde kimseden çekinmeden hak bildiğini söyler. “Hünkâr dediğin güzel silah kullanmalı ve hatip olmalıdır” der. “Düşmanını küçük görmemeli ve bin tedbir bilmelidir. Evet, idarecilik mukaddes bir vazifedir, ancak her iyi kimse bunu yapamaz. Allahü Teâlâ bazı kabiliyetleri bazı kullarına bahşetmiştir. Ki onlar doğuştan liderdirler! Kişiden iş sorarlar, yaş değil!”

Gün gelir İbn-i Kemal hazretlerinin rüyaları gerçekleşir, Selim ağabeylerine ve babasına rağmen sultan olur. Ancak o tahtına oturmadan yollara çıkar. Irak ve Horasan illerine yayılan ateşi söndürmeye koşar. Osmanoğulları görünüşte ona biat ederler, ama çadır şartlarında geçecek bir ömre hazır değildirler. “Şimdi sırası mı” diyenlerle, zaferden tereddüt edenler el ele verir, dedikodu üretirler. Öyle ya her seferin bir bedeli vardır ve İmparatorluk maceraya giremeyecek kadar büyüktür artık.

İşte bu noktada ilim adamları girer devreye. İdris-i Bitlisi ve İbn-i Kemalpaşa sokak sokak, konak konak dolaşır, cihadı anlatırlar. Kışla kışla gezer, itimat sağlarlar Yavuz’a. İşte genç sultan onların gölgesinde güçlenir.

İbn-i Kemâlpaşa, Akkoyunlu, Dulkadiroğulları ve Gürganilerin yaptığı zulümleri halka anlatır. “Korkmayın!” der, “Her Firavun’a bir Musa bulunur!” Ve bir beyti sıkça söyler:

“Kısmetindir gezdiren yer yer seni

Arş’a çıksan âkıbet yer yer seni”

Çaldıran seferinde padişahın yanı başındadır. Sıkıntılı anlarda destek olur ve zafer ümidini sürekli canlı tutar. Zaferi müteakip yeni hedefler gösterir. Şimdi İslâm âleminin güçlü bir halifeye ihtiyacı vardır. Dünya Müslümanları Türk’ün dinamizmine muhtaçtır.

HALİFELİK TÜRKÜN HAKKI!

Hakikaten o devir Memluklu yönetimi çok kan kaybetmiştir. Bırakın dünya Müslümanlarının meselelerini, kendi sıkıntılarını çözmeye mecali yoktur. Bir nöbet tesliminin vakti gelmiştir gayri. Öyle ya, gözü uzaklarda olan, içi içine sığmayan yiğitler neden bu köhne devletin emrinde kalsınlar ki?

İbn-i Kemâlpaşa Yavuz’u sefere ikna eder. Hoş, Yavuz buna çoktan niyetlidir ama edebe mugayir iş görmekten çekinir. Zira karşısındaki güçsüz de olsa bir halifedir ve kalbini kırmak istemez. Lakin manevi işaretler Kemâlpaşazade’yi haklı çıkarır. Ayan beyan Halifeliğe memur olunurlar.

Mübarek Suriye ve Mısır seferlerinde padişaha gayret verir. Hatta Şah Tahmasb’a gönderilen mektupları o yazar.

Bir gün, olacak bu ya İbn-i Kemâlpaşa'nın atı çamura saplanır. Hayvan bir gayretle çıkar, ama yanı başındaki sultanı çamura boyar. Mübarek mahçup olur. Yavuz "Üzülmeyin Efendim!" der, "Sizin atınızın ayağından sıçrayan çamur, bizim için şereftir!" Sonra Hasan Can'ın kulağına eğilir. "Vasiyetim olsun!" buyurur "Bu çamurlu kaftan kabrimin üstüne serile!" Ve öyle de olur.

Şüphesiz, bu ikilinin başka düşünceleri de vardır. Ama Yavuz genç yaşta rahmet-i Rahman’a kavuşur. Kanuni, baba yadigarının kıymetini bilir. Onu, Zembilli Ali Efendi’nin ardından Şeyh-ül İslâmlık makamına getirir.

Kanuni imparatorluğun gücünü gösteren muhteşem mescidlere meraklıdır. Ama İbn-i Kemâlpaşa öncelikle eğitimden yanadır. Hatta “Taş ile, ağaç ile oyalanmak sultanlara yakışmaz” der, “İnsan yetiştirmek, Kâbe yapmak kadar sevaptır”

İbn-i Kemâlpaşa bir deryadır. Öyle ya sadrazamı Sokullu, şairi Baki, mimarı Sinan, kaptanı Barbaros olan muhteşem bir devletin müftüsüdür o. Ulema yazdıkları kitapları huzuruna getirir, olurunu alır. Bırakın insanları, cinler bile fetva sorarlar. O, sadece büyük bir fakih değil güçlü bir edip ve benzeri az yetişen bir tarihçidir. Hepsi bir yana Allah dostudur, gönül eridir.

İbn-i Kemal Hazretleri yıllar evvel “Ya Ehad, neccina mimma nehaf” (Ey Allah’ım! Bizi korktuğumuzdan kurtar!) buyururlar. (ki talebeleri bunu ebced hesabına vururlar, ölüm tarihini bulurlar.)

O sultanların çekindiği sultan Allah’tan çok korkar, gecesiyle gündüzüyle çalışır, ölüme hazırlanır. Mübarek, mütevazı bir kabire defnedilir. Kefenine “Hiye ahirü’l libas” (Bu son elbisendir) yazılır, taşına tek cümle kazınır: “Hâzâ makam-ı Ahmed” (İşte Ahmet’in makamı!)

Hoca Saadettin Hazretleri

Hoca Saadettin Hasan Can gibi bir zirvenin çocuğudur, haliyle mükemmel yetişir. Daha küçük yaşlarda Karamanlı Mehmed’in tedrisinden geçer, Ebussuud Efendi’nin dizi dibinde oturur. 20 yaşında müderris olur. Muratpaşa, Yıldırım ve Sultaniye medreselerinde Fıkıh, Hadis ve Tefsir okutur. Sahn-ı Seman medreseleri müderrisliğine (üniversite rektörlüğü gibi bir şey) getirildiğinde henüz çok gençtir.
Hoca Saadettin Şehzade Murat’a hocalık yaptığı için Hocaefendi diye anılır, ardından III. Mehmed’i okutur. İşte bu yüzden ona Cami’ür-Riyaseteyn derler.

HAÇOVA’YA DOĞRU

1590’lı yıllarda Avusturyalılar’la aramız açılır. Hatta Estergon, Kili ve İbrail kaleleri düşmanın eline geçer. Avrupa’da zor günler yaşanır vesselâm.
Mehmed han tenâkuzlar içindedir. Evet. Bizzat başında kendisinin bulunacağı bir sefere çıkmak ister, ancak etrafındakiler: “Aman Sultanım Allah esirgesin” derler, “Eğer zat-ı şahanelerinizin başına bir hal gelecek olursa devletimiz ipi kopmuş tesbih gibi dağılır. Al-i Osman’a yazık olur”.
Saadettin Efendi ise Sultana cesaret verir. “Asker sizi başında görmeli!” der. Zira Kanuni’den bu yana sefere çıkan sultan yoktur ve saraydan yönetilen ordular sıradan rakipler karşısında bile bocalar. Hoca Saadettin “Bu son fırsat” diye çizer altını “Eğer cihad ruhunu kaybedersek, bir daha iflah olmayız!”
Sadece Hoca Saadettin değil, omuzunda yük hissedenlerin alayı öyle düşünürler. Mesela Anadolu’nun üç güneşinden (Şems-i Tebrizi, Akşemseddin, Kara Şems) biri olarak tanınan Şemseddin Sivasi hazretleri, o yaşına rağmen kılıç kuşanır, katılır saflara. Görünüşte bir garip ihtiyardır, ama ruh kazandırır orduya. Himmeti ona keza.
Sultan Mehmed’in hocasına itiraz etmesi düşünülemez, hoş öyle bir şansı yoktur. Nitekim 100.000 kişilik bir ordu kurar, çıkar yola. Hoca Saadettin Padişah’ın yanındadır. Sultan Mehmed, Ösek önlerinde Rumeli Beylerbeyi Sokolluzade ve Kırım Kuvvetleri ile buluşur. Bazı vezirler padişahı gayrete getirir Viyana’yı kuşatmayı teklif ederler. Hocaefendi mükemmel bir tarihçidir, geçmişi iyi bilir. “Hayır!” der, “Bunu daha önce denedik. Avusturyalılar Almanya içlerine çekiliyor ve bizim muhasaradan yıldığımız demlerde düşüyorlar tepemize. Bana sorarsanız Eğri kalesini alalım. Avusturya ile Romanya’yı ayıralım.

ÖNCE EĞRİ KALESİ

Öyle de olur. Osmanlılar Eğri kalesini alıp Romanya’dan gelebilecek yardımlara mani olurlar. Ancak Avusturyalılar hâlâ çok güçlüdürler ve Haçova denilen meydanda yerlerini alırlar. Yanlarında Arşidük Maksimilyan gibi becerikli bir komutan, seçme Macar ve Alman askerleri vardır.
Mehmed Han’ın bünyesi çok zayıftır ve aylar süren yolculuk padişahı eritip bitirir. Birileri yine fısıldamaya başlarlar. “Aman Efendim!” derler, “Sıhhatinizden endişedeyiz, yetkilerinizi sadrazama devredin, dönün geri.” Hoca Saadettin ise “Yoldan bizar olmayan var mı ki?” der, “Meşakkatsiz zafer kazanıldığı nerede görülmüş. Bir kale fethetmekle yılanın kuyruğuna bastınız, artık başını ezmeden dönemezsiniz geri!”
Hoca Saadettin dahasını yapar, Kur’an-ı Kerim’i açar ve “Düşmanlarınız aman dileyip silahlarını terk edinceye kadar onlarla savaşın. Hasmınıza sırtınızı dönmeyin!” mealindeki ayet-i kerimeleri okur.
Padişah hakikaten bitkindir. At üzerinde duracak mecali yoktur. Hoca Saadettin olmasa bir gün ordugahta durmayacaktır ama...
İkbâl hesabı olanlar “Ah canım sultanım, siz bu hallere düşecek insan mıydınız” diye ağıtlar yaka dursun, mübarek, padişaha “Bu güne kadar bir sultanın gaza meydanından çekildiği görülmemiştir!” diye çıkışır, “Siz Osman Gazi neslisiniz. Ecdadınızın ruhunu incitemezsiniz!”
Ve gelir dayanır muharebe günü. İki ordu Haçova’da yerlerini alırlar ve cenk başlar. Zırhlı düşman süvarileri direkt merkeze yüklenirler. Çelikten dalgalar saflarımızı kağıt gibi ezerler. Öyle ki padişah otağına girmek üzeredirler. Sultan Mehmed, Efendimizin (sallallahü âleyhi ve sellem) hırkasına bürünür ve imdadı ilahi için yalvarır. Bu arada sağ cenah tamamen dağılır ve haçlılar ordugahı yağmalamaya başlarlar. Hatta cephane sandıklarının üstüne çıkarlar.
Padişah ağlamaklıdır, Hoca Saadettin’e döner. “Peki Hocam” der, “Şimdi ne yapsak gerek?” Sesinde teessür vardır… Belki de biraz teessüf.
Mübarek eriyip giden safları görmez bile. Bir bildiği olan insanların rahatlığı ile “Bu cenk halidir” der, “Siz gönlünüzü hoş tutun, Zafer ehl-i İslâmındır!”

YAMAKLARIN ÇIRAKLARIN ÇIKIŞI


Ama manzara hiç de öyle görünmez. Haçlılar çadırlara girerler ve askerimizde panik başlar. Hoca Saadettin kargaşanın ortasına koşar. Geri hizmetlere bakan aşçı, yamak, deveci, katırcı takımını toplar ve haçlılara tava, kepçe, kamçı, değnek öyle bir saldırırlar ki, bir anda kavganın seyri değişir. Nitekim Çağalazade komutasındaki süvariler pusudan çıkar, hücuma geçerler. Osmanlı’nın sağ kolunu bozan düşmanı bataklıklara sokarak helak ederler. Haçlılar bu savaşta tam 50.000 seçme askerlerini kaybeder. Silahları ve hazineleri Osmanlıların eline geçer. Tarihçi Hammer sebep ve neticelerini ortaya dökerek der ki: Bu zafer Osmanlı için öyle kıymetlidir ki, ne Mohaç, ne de Çaldıran onunla mukayese edilemez. Öyle ki Avusturya diye bir devlet kalmaz, imparator yıllarca asker bulamaz.
Hoca Saadettin sefer dönüşü kendini kitaplarına ve sevenlerine verir. Ulemanın kutbu haline gelir ve ilerde her biri birer Hoca Saadettin olacak onlarca talebe yetiştirir. Hoca Efendi benzeri az bulunan bir tarihçidir. “Tac üt Tevarih” adlı eseri meraklısına hazinedir.
Mehmed Han, Hocasının himmetini unutamaz. Bostanzade Mehmed Efendi’nin vefatı üzerine onu Şeyhülislâm yapar. Hoca Saadettin insanlarla iç içedir. Türkçe sorana Türkçe, Arapça sorana Arapça cevap verir. Mübarek, güler yüzlü ve latifelidir. İnsanları eğlendirerek eğitir.
Hoca Saadettin Alemlerin Efendisi gibi, o hikmetli eşiğe takılır. Tam 63 yaşında vefat eder. O sıra Ayasofya camiinde bir hatim cemiyetindedir. Mübarek yaşadığı gibi ölür ve elbette öldüğü gibi haşr olunur.
Hoca Saadettin'in nurlu naaşı Eyüp Camiinin karşısındaki Dar-ül kurra bahçesine defnedilir. (Saçlı Abdülkadir mescidinin yanıbaşındadır)

Hızır Bey

Fatih’in Edirne’de bulunduğu günlerdir. Olacak bu ya şehre Acem illerinden bir âlim gelir. Evet adam bilgili, ama kibirlidir. Türkleri hor görür. Birkaç halli güç mevzuyu ısıtıp ısıtıp öne sürer ve muhataplarını küçük düşürür. Fatih bu tavırdan çok rahatsızdır. “Şu adamı susturacak biri yok mu?” der demez komutanlardan biri “Var sultanım” der, “böyle birini tanıyorum galiba?”

HIZIR ADINDA BİRİ

Hızır Bey müthiş bir hafızaya sahiptir. Esprilidir, kıvraktır, zekidir. Sözün nereye varacağını önceden kestirir ve soruya soruyla cevap verir. Zor meseleleri basite indirger ve çok güzel misallendirir. Sadece fakih değil ediptir, şairdir. Eh Nasreddin Hoca gibi bir dehanın torunudur o.

Hızır Beyin en büyük şansı Molla Fenari gibi bir rahle arkadaşı ve Molla Yegân gibi bir hocası olmasıdır. Molla Yegân onu çok sever, nitekim biricik kızını vererek damat edinir kendine.

Gelelim hikâyemize. Acem âlimi kazandığı küçük zaferlerin sarhoşluğu ile daha büyük, daha çok ses getirecek münâzaralara hazırlanır. Hatta Padişahın huzuruna çıkar ve rakip diler. Fatih, bu kez hazırlıklıdır. Umursamaz tavırlarla etrafına bakar ve güya ilk gözüne ilişen askere (bu aslında Hızır Bey’dir) meydanı gösterir. Acem karşısına çıkarılan genç sipahiye bıyık altından güler. Belki “Sen git, abilerin gelsin” demez, ama öyle demeye getirir. Ancak Hızır bey onun suâllerini rahatlıkla cevap verir. Vakit ilerledikçe kibirli Acem’i ter basar. Sultana hitaben, “Ben bunca diyar gezdim, şunca meclise katıldım” der “ama böylesini ne gördüm, ne de işittim”

Lâkin Hızır Bey’in elinden kurtulmak kolay değildir öyle. “Şimdi sıra sende!” deyip onlarca ince ilimden, onlarca müşgül mesele sorar ki adamcağız dut yemiş bülbüle döner. Acem Fatih’in önüne gelir “Bu çocuğun kıymetini bil!” der ve süklüm püklüm meclisi terkeder.

Fatih onun kıymetini zaten bilir. Hızır Bey’i imparatorluğun merkezine (İstanbul’a) kadı yapar. O devir kadıları beldenin meseleleri ile de ilgilenirler, şehreminidirler. Yanisi şu ki belediye başkanıdırlar.

Fatih, Hızır Bey’le sıkça buluşur. Onun feyizli sohbetlerini içercesine dinler. Devlet işlerini istişare eder. Birbirlerini abi kardeşten öte severler. Hatta Sultan onu sarayında görmek ister. Enderundan güzel bir yer ayırır. Ama Hızır Bey kuytulardan hoşlanır. Anadolu yakasında kuş uçmaz kervan geçmez bir köşeye yerleşir ki, burada şekillenen köy adını ondan alır. Kadıköy!

İBRETLİ DAVA

Hızır Bey yorucu bir günün ardından gitme hazırlığı içindedir. Ancak kapı önünde dolaşan tedirgin gölgenin farkına varır. Birisi eşikte eyleşmekte gidip gidip dönmektedir. Mübârek ansızın kapıyı açar “Buyurun!” der. Adamcağız yakalanmışlığın pişmanlığı ile girer içeri. Kılık kıyafetine bakılırsa Hıristiyan tebâdan biridir. Ancak yüce veli onu güler yüzle karşılar, yer gösterir. Hatta bakar hâlâ mütereddit elceğizi ile cezve sürer mangala. Adamcağız fincanı zor tutar zira eli kolu sarılıdır. Hızır Bey sorar:

-Eline n’oldu?

-Kırdırdılar efendim.

-Kim kırdırdı?

-Sultanımız!

-Öyle bir hakkı var mıymış?

-Bilmiyorum efendim.

-Mevzû ne peki!

-Ben mimarım efendim. Evet, Sultanımıza kubbeleri Ayasofya’dan geniş ve yüksek bir cami yapabileceğimi vaâd ettim ama...

Hızır Bey gerisini dinlemez. Adamlarına “Gidin getirin” der “Şunu!”

Mimarın dudakları uçuklamak üzeredir. “Getirin şunu” dediği üç kıtaya yayılan bir imparatorluğun hünkârıdır. Halbuki Avrupa’da derebeyleri bile yargılanamaz. Hele böyle akşamın alacasında apar topar mahkemeye çekmek kimin haddine.

SEN MURAT OĞLU MEHMED!

Çok geçmez Fatih adamlarıyla görünür. Sanki o gül yüzlü Hızır Bey gitmiş yerinde başkası peydahlanmıştır. Çehresi gergindir, devlet erkânını eşikte durdurur. “Siz şurada bekleyeceksiniz!” der, Fatih’e kapıyı gösterir: “Sen gir içeri!” Bu ne heybettir ya Rabbi! Sultan Mehmed’in benzi solar. Dizleri tutmaz olur. Sedire doğru yönelir, tam oturmak üzeredir ki Hızır Bey azarlayan bir ses tonuyla “Oturma! Madem ki hasmın ayakta, sen de ayakta durmalısın!”

Ve silbaştan meseleyi dinler. Görünüşe bakılırsa Fatih haklıdır. Padişah “Olacak şey mi yani?” der, “Bu adam sırf taâssubuna yenildiği için inşaatımızı baltaladı. Binbir zorluk ve onca masrafla taa Mısır’dan getirttiğimiz sütunları budadı ve Ayasofya’dan daha geniş ve yüksek bir kubbe nasip olmadı bize. Halbuki anlaşmamıza göre...”

Hızır Bey orasını hiç dinlemez. “İnşaat ayrı bir dava konusu” der, “Şimdi söyle bakalım! Sen Murat oğlu Mehmed, bu zımminin elini kırdırdın mı, kırdırmadın mı?

Sultan gözlerini yere diker.

-Efendim inanın ben buna “elin kırılsın!” dedim, adamlarım “eli kırılsın!” anlamışlar.

-Peki bu elin vebâli kimedir?

Fatih cevap vermez, başını önüne eğer. Çocuk gibi dudaklarını ısırır. Hızır Bey kitabı kapar, hükmü açıklar.

-Şimdi sana kısas lâzım. Bileğini kırdırsam gerek.

Padişah gayri ihtiyari eline bakar, kararlı bir ifadeyle fısıldar “Buna hazırım!”

Mimar ağlamaklıdır. “Sakın ha!” diye bağırarak Fatih’in önüne geçer. “Ben davamdan vazgeçtim!” Eh Fatih de altında kalmaz tabii, ona ömrü boyu yetecek kadar dünyalık verir. Netice tatlıya bağlanır.

Fatih Hızır Bey’e hassaten teşekkür eder. “Adaletine hayran kaldım!” der. Sonra kaftanının altındaki kılıcı gösterir ve “Eğer” der, “Bana farklı muamele yapaydın, inan seni doğrardım!”

Hızır Bey, manalı manalı gülümser, “Eğer” der, “Sen dahi sultanlığına güvenip iltimas isteseydin...” Cümlesini tamamlamaz, hatta başladığına pişman olur. Tam “Neyse” deyip, dönecektir ki pelerininin altından fırlayan iki aslan Sultan’ın karşısına dikilir, öfkeli öfkeli eşinirler. Sonra öyle bir kükrerler ki Fatih’in dudakları uçuklar.

Genç Sultan Hızır Bey’in ilmini iyi bilir, ama hâl ehli olduğunu orada öğrenir. O günden sonra eşiğine baş koyar ve kazanır.

Peki Mimar mı? Adamcağız şaşkına döner. Ağlamakla gülmek arasında gelir gider. Şimdi rüzgara tutulan yaprak gibidir. “Vallahi kırılan koluma seviniyorum” der, “bana yolumu gösterdi!” Oracıkda Kelime-i Şehadet getirir ve Hızır Bey’e talebe olur.

Hasan Can

Hafız Mehmet Akkoyunlu sarayının mescidine bakan kendi halinde bir müezzindir. Ancak onda öyle bir ses vardır ki, bülbüller bile imrenir. Kâh volkanlar gibi coşar, kâh akar sular gibi. O yanık Kahire aksanı ile okumaya başladı mı, dinleyenler bir hoş olur. Cemaatin gözleri dolar, yanaklardan sıcak damlalar kayar.

Şah İsmail’in fitne kaynattığı günlerde doğu Anadolu’da cinayetler, baskınlar birbirini izler, halk canından bezer. Geceleri kapı sürgüler, camlara kepenk çekerler. Havada tarifi zor bir ağırlık vardır. Hani sıkıntı, kasvet karışımı bir şey. Kargaşa gitgide büyür ve gün gelir Akkoyunluları da sarar. Öyle çok cami yıkılır ve öylesine mâsum katledilir ki, görenler haçlı geçti sanır.

İşte Yavuz’un “İslam âlemine birlik” parolasıyla yola çıktığı demlerde Hafız Mehmet Tebriz’e gider. Büyük Veli Kemâleddin Erdebili’nin hizmetine girer.

Çaldıran zaferinden sonra Erdebili Hazretleri’nin ziyaretine gelen Sultan’ın gözü onca insan arasında Hafız Mehmed ile oğlu Hasan’a takılır. Bunlar isimsiz insanlardır, ancak yüzlerinde iç ferahlatan bir samimiyet vardır. Birden kanı kaynar ve niye öyle yapar bilemez, onları İstanbul’a davet eder. Hafız Mehmed’in işi bellidir: Müezzinlik! Hasan Can’ı ise yanına alır, nedim edinir. İlerleyen günlerde yanılmadığını görür. Bu genç sıradan biri değil, hem gönül ehli, hem âlimdir. Bir çok lisan bilir. İkisi arasında tarifsiz bir yakınlık başlar. Sırdaş, yoldaş olurlar. Hani o, beyninden geçenleri kafatasından saklayan Selim sadece ona açılır.

BEKLENEN RÜYA

Yavuz’un Mısır seferine niyetlendiği günlerdir. Evet Son Abbasi Halifesi Mütevekkilallah’ın gücü yoktur, ancak yine de onu incitmekten çekinir. İbn-i Kemâl Paşa ve Zembilli Ali Efendi, Sultanı iknaya çalışırlar. Evet bu seferin lüzumuna herkesten çok o inanır, ama yine de huzursuzdur. Yemekten içmekten kesilir, uykuyu dağıtır. Sabahlara kadar ibadet eder, buruşuk kağıtlara karışık şekiller çizer. “Ah!” der, “Ah bir işaret gelse.”

İşte uykusuz geçen bir gecenin ardından Hasan Can’a sorar:

-Nerelerdeydin?

-Azıcık dalmışım efendim.

-Öyleyse rüyanı anlat.

-Dikkate değer bir rüya gördüğümü hatırlamıyorum.

-Olacak iş mi yani, bir insan uyusun da rüya görmesin. İyi düşün görmen lâzımdı!

Hasan Can çıkar. “Tuhaf” der, “Sultan bir işaret bekliyor ama ne?” Tam o sırada bir başka Hasan (Kapıcıbaşı Hasan Efendi) yaklaşır. “Ben” der “garip bir rüya gördüm, ama şimdi bunu nasıl anlatmalı sultana?”

Hasan Can onu adeta aparır, koparır, çıkarır Yavuz’a. Sultan “buyur!” der, o başlar anlatmaya:

-Hünkârım akşam çadırınızın önünde nöbetteydim. Bir ara içim geçti. Ya da öyle olduğunu sanıyorum. Zira mekân aynıydı ve ben ayaktaydım. Baktım dört atlı çadıra yaklaşıyor. Hemen davrandım, önlerine çıktım. Güya “Kimsiniz, necisiniz?” diye sorgulayıp çevirecektim onları. Ancak vuruldum sanki. Dondum kaldım. Atlar çok asildi ve yere basmıyorlardı. Süvariler hem çok heybetli, hem çok sevimliydiler. Bırakın hesap sormayı, eteklerine kapanmak, ellerini öpmek için yanıp tutuşmaya başladım. Esrarengiz ziyaretçiler hünkârımızı sordular. Çadırdan ışık sızıyordu. “Meşgul olmalı” dedim. Öndeki “İyi” dedi, “Rahatsız etme. Sabahleyin geldiğimizi söylersin. Biz Server-i Kâinatın eshabındanız. Efendimiz Selim Han’a selâm söyledi ve buyurdular ki: Haremeynin hizmeti kendisine verildi!” Ve geldikleri gibi uzaklaştılar. Bir anda ufukta kayboldular. Sancakları ışıklı izler bıraktı. Tam “bunlar kim ola?” diye düşünüyordum ki bir ses “Nasıl tanımazsın” dedi. “Öndeki Hazreti Ebubekir, yanındakiler, Ömer, Osman ve Ali! Radıyallahüanhüm ecmain.

Yavuz heyecanlıdır. Rüyayı tek kelimesini kaçırmadan dinler ve nedimine döner. “Bilir misin Hasan, biz emir olunmadıkça kıpırdamayız. İşte şimdi tamam. Artık çıkabiliriz yola.”

SİNA DENEN BELA

Sina Çölü kelimenin tam mânâsı ile belâdır. Yer sarıdır, gök sarı. Güneş tepsi kadar iri, hava toz yüklüdür. Kum dağları biteviye yer değiştirir ve kılavuzlar dönektir. Sonra çölün tek vahası yoktur. Molalar ayrı derttir. Sıcak kum vücudu kuşatır ama, kumun az altı yılan, çıyan kaynar. Kunduralardan akrepler çıkar. Kaypak zemin yorucudur. Dahası toplar, çadırlar, hasırlar.Yerinden kıpırdamayan ağırlıklar.

İşte askerin takatını zorladığı anlardan birinde Yavuz Selim atından atlar, yürümeye başlar. Eh sultanın yürüdüğü yerde, hayvanına binmek kimin haddine? Bu işe mana veremeyen vezirler önceleri susmayı dener, yutkunup dururlar. Yavuz’a tek kelime söyleyemezler ama, güçleri Hasan Can’a yeter. Fırsatını bulup çevirirler. “Yetti gayri!” derler, “Astırırsanız astırın, kestirirseniz kestirin! Ama itirazımız var!”

-Neye?

-Askeri yürütmenize!

Hasan Can manalı manalı güler. Önce boynu bükük, gözleri yarı kapalı yürüyen sultanı gösterir, sonra vezirlerin kulağına eğilir “Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem yaya olarak yol gösteriyor” der, “eğer yakışır diyorsanız, binelim atlarımıza”

İnanın imdad-ı İlahi ortadadır. Nitekim hiç olmadık şeyler olur. Orduya kara kara bulutlar gölge yapar, sahraya görülmedik yağmurlar yağar. Bu çölü 13 günde geçen ikinci bir ordu yoktur. Anlaşılan o ki, halifelik İslam’ın zinde gücüne bahş olmaktadır. Türk’e!

CEZA MI, CAİZE Mİ?

Bir gün Yavuz, Hasan Can’a “Biliyor musun?” der, “Bu gece Muhammed Bedahşi Hazretleri’ni gördüm. Beyaz bir elbise giymiş, yolculuğa hazırlanıyordu.” Hasan Can gayri ihtiyari “Ahiret yolculuğu olsa gerek” der. Yavuz’un bu cevaba canı sıkılır. “Sen bilmez misin?” der, “Rüyalar tabire bağlıdır. Eğer Şeyh’e bir hal olursa gözüme gözükme!”

Çok geçmez. Muhammed Bedahşi Hazretleri’nin vefat haberi gelir. Sultan Halimi Çelebi’ye döner: “Şimdi ben bu Hasan’ı cezalandırmaz mıyım?” der. Halimi Çelebi “A be çocuk niye ağzını tutmazsın” gibilerden teessürle bakar. Lakin Hasan Can hâl ehlidir, rahattır. “Araştıralım efendim” der, “Eğer benim tabirimden sonra vefat ettiyse, cezaya hazırım, ama önce vefat ettiyse sultanımız bu fakire bir caize (hediye) verse gerek”

Araştırırlar. Hasan Can haklı çıkar. Sultan çıkarır kaftanını, ona bağışlar. Dahası keseler dolusu altın verir. Hasan Can kaftanı sırtına alır, ama altınları fakir fukaraya dağıtır. Sevabını bağışlar Bedahşi Hazretleri’nin nurlu ruhuna.

AKIBET HAYR

Biliyorsunuz hayatı muhteşem zaferlerle dolu olan Yavuz, genç yaşında küçücük bir çıbana boyun eğer. Son nefesini verirken Hasan Can yanındadır.

Yavuz sorar:

-Hasan bu ne hal?

-Şimdi Allah ile olacak zamandır sultanım.

-Ah be Hasan. Sen bunca zamandır, bizi kimle bilirdin?

Yavuz’un konuşmaya mecâli yoktur. Mushaf-ı şerifi işaret eder. Hasan Can o berrak sesiyle Yasin-i Şerif’e başlar. Yine volkanlar coşar, sular akar. Sultanın yüzünde huzurun izleri halelenir. Sonra latif bir tebessüm yayılır. Koca sultan ayan beyan güler, belki de ilk kez böyle güler...

NASIL BRE...

Mısır seferine çıkacakları gün kayıkla Üsküdar’a geçerler. Nedendir bilinmez Sultan, yoldaşına takılır. “Hasan Can kahvaltı yaptın mı?”

Hasan Can cevap verir “Beli (evet) sultanım!”

-Yumurta seversin değil mi?

-Beli sultanım!

Aradan yıllar geçer. Yollar, muharebeler, insanlar, şehirler... Nihayet Mısır seferi biter, İstanbul’a gelirler. Şimdi yine sandaldadırlar. Ama bu kez yönleri Sarayburnu’nadır. Sultan ansızın Hasan Can’a döner “Nasıl bre?”

Cevap ışık hızıyla gelir: “Rafadan sultanım!”

Birlikte düşünmek, beraber hissetmek... “Hemhâl olmak” denilen şey bu olsa gerek.

Hasan Can Hazretleri Bursa Yeşil Türbe haziresinde medfûndur.

Hacı Bayram-ı Veli Hz.leri

Yıl: 1433, Yer: Edirne. İhtiyar subaşı nefes nefese huzura çıkar, Padişahı selamlar. “Engürü’deki şeyhi getirdik efendim!” der, “Ama ...”
-Aması ne?
-Bu zat söylendiği gibi etrafına çapulcu toplayan bir fitneci değil. Aksine büyük bir âlim ve gönül ehli.
-Nereden biliyorsun peki?
İhtiyar subaşı bunları değirmende ağartmadık gibilerden sakalını sıvazlar. “Şu kadarını söyleyeyim” der, “kendisi Şeyh Hamideddin-i Veli Hazretleri’nin halifesi!”
-Sen ne diyorsun!
-Geleceğimizi biliyordu. Bizi yolda karşıladı. Boynunu büküp bileklerini uzattı, “Haydi evladım” dedi, “zincirleyin beni!”
-N’aptık biz. Bir Allah dostunu zincire vurduk desene.
-Vurmadık efendim. Aksine yol boyu hizmet ettik.
-Gönlünü hoşça tutaydınız.
-Tutmaz mıyız.

BURUK TANIŞMA

II. Murat ilim meclislerinin yabancısı değildir. Molla Yegan, Molla Gürani, Molla Hüsrev gibi büyüklerden çok şey kapar. Hani altının değerini sarraf bilir derler ya, Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin kırata vurulamayacak elmas olduğunu konuşmanın başında anlar. Hele tasavvufa dair sorduğu suallere aldığı şaşırtıcı cevaplar onu bu veliye daha çok bağlar. Evet hadise tatsız başlar, ama tatlı biter.

İşte sohbetin şekerleştiği demlerden birinde “Ah Efendim!” der, “Şu İstanbul’u fethetmeyi çok isterdim lakin... Bilmem nasip olur mu bize?”

Hacı Bayram Hazretleri bir müddet sessiz kalır, tefekküre dalar. “Hayır sultanım!” der, “Bunu ne sen görürsün, ne de ben!” Sonra ayağa kalkar, bir köşede mışıl mışıl uyuyan şehzadeyi (Fatih’i) işaret eder. “Ama!” buyururlar, “Şu beşikte yatan yiğit ile bizim köse (Akşemseddin’e öyle derler) görse gerek!”

BİRBUÇUK MÜRİD

Hacı Bayram Veli padişahın ısrarına rağmen dergâhına döner. Sultan ilk günün ezikliği ile bir ferman çıkarır. Onu ve onun talebelerini askerlik ve vergiden muaf tutar. Ancak bir zaman sonra Ankara’nın mali dengesi bozulur. Zira tahsildar hangi kapıyı çalsa, muhatapları “Biz Hacı Bayram Hazretlerine intisaplıyız” derler.

Bu sahte müridlerden Hacı Bayram Hazretleri de bizârdır. Nitekim Kanlıgöl mevkiine büyücek bir çadır kurar ve ahaliyi toplar. Mübârek o gün celalli ve heybetli görünür. Elinde koca bir bıçak vardır. “Ey benim sadık dervişlerim!” diye haykırır, “Şimdi sizleri kurban etsem gerek. Haydi sıraya dizilin, girin çadıra!” Ortalık bir anda boşalır. Sadece biri kadın, iki âşık gelir, takdire şayan bir teslimiyetle boyunlarını uzatırlar. Hacı Bayram Hazretleri memurlara döner “bu ikisini yazın” der, “başka talebem yok!”
Gerisi vergilerini de öderler, askere de giderler.

PIRLANTA PARÇALARI

Mübarek "Hiddet gözü kör eder" buyurur, "öfke aklı örter."
Efendimizin bir emrini yerine getirmek mi istiyorsunuz? Çocukların başını okşayın!
Çalışın! Zengin bile olsanız çalışın. Boş gezenlerin arkadaşı şeytandır!
Ölümü çok hatırlayınız. Hesabınızı, hesaba çekilmeden yapınız. Dünya gamından kurtulmak isteyen kabristanlara gitsin.
Alim ve velileri çokça ziyaret ediniz ki şefaatlerine kavuşasınız.
Arkadaşlarınızın kusurları emanet gibidir. Onları sır gibi saklayınız.
Yazıcızâde Muhammed, Ahmed-i Bicân, Akbıyık Sultan, Üftâde Efendi ve Eşrefoğlu Rûmi gibi zirveler hep Hacı Bayram hazretlerinin dizi dibinde yetişirler. Ama vekil olarak tek isim düşünürler: Akşemseddin!

Gül Baba

Fatih Sultan Mehmed'in yerine geçen oğlu İkinci Bayezid avdan dönüyordu. Bir an önce saraya varıp dinlenmeyi düşünürken atını durdurdu, havayı kokladı ve derin derin nefes alıp ferahladıktan sonra sordu:

"- Bu güzel kokular da nereden gelir böyle?"

Yanındaki vezirlerden biri cevap verdi:

"- Devletlü Padişahım! İstanbul kuşatmasına katılan gazilerimizden tabiat aşığı biri vardır ki, O'na Gül Baba derler. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyardır. Şu yamaçları güllerle ve dahi türlü çiçeklerle donattı. Bu hoş kokular O'nun bahçesinden gelmektedir."

Padişah, vezirin anlattıklarını tebessümle dinliyordu. Sözlerini bitirince kararını bildirdi:

"- Merhum babamın bu gazi askerini ziyaret etmek isterim!"

Artık yorgunluklar unutulmuştu. Gül Baba'nın kulübesine doğru yürüdüler. Kulübeye doğru yaklaştıkça gül kokuları artıyor, insanın gözü - gönlü açılıyordu. Değerli misafirlerin geldiğini gören Gül Baba koştu, onları kapıda karşıladı. Padişah, daha atından inmeden sordu:

"- Savaşta bastığı yeri sarsan, barışta oturduğu yeri gül bahçesine çeviren yiğit asker, selam sana!"

Gül Baba mahçup olmuştu, güçlükle konuşabildi:

"- Sizden böyle iltifatlar görmek bizim için ne büyük şereftir Sultanım, sağ olun!"

"- Sen ki, İstanbul'u fetheden ordunun bir neferi olarak şereflerin en büyüğünü almışsın Gül Baba. O büyük şerefin yanında bizim sözlerimizin hükmü mü olur?"

Gül Baba tebessümle başını öne eğerken Padişah atından indi ve Gül Baba'nın gösterdiği mindere bağdaş kurup oturdu ve O'nun kendi elleriyle pişirdiği kahveyi yudumlayıp yorgunluğunu giderdi. Sonra da şöyle bir teklifte bulundu:

"- Dilersen seni saraya alayım. Artık çalışma da yaşlılık devrini dinlenerek geçir!"

"- Sağ olun Sultanım! Burada oturmak benim için daha iyi. Amma bir iyilik yapmak istersen, 
şu kulübemin bulunduğu yere bir mektep - medrese yaptır ki, memleketimizin çocukları ilim - irfan öğrensinler!"

Gül Baba'nın sözleri Padişah'ı çok duygulandırmıştı. Yerinden kalkarken O'nu mutlu edecek cevabı verdi:

"- Gönlün rahat olsun Gül Baba, dilediğin olacaktır!"

Sonra bahçeyi gezdiler...

Padişah gülleri okşuyor, eğilip kokluyor ve yanındakilerle  konuşuyordu. Bu arada Gül Baba da özenle seçtiği gülleri koparıp demet yapıyordu. Padişah ayrılırken O'na bir demet sarı, bir demet kırmızı gül verdi. Padişah gülleri alıp kokladı, bağrına bastı ve atını sürüp gitti.

Kısa zaman sonra ise Gül Baba'nın kulübesi yıkıldı ve oraya büyük bir bina yapıldı. Zaman içerisinde okul oldu, hastane oldu ama hep insanlığa hizmet etti. 1868 yılında "Mekteb-i Sultani" adıyla yeni bir kimliğe bürünen okul, Cumhuriyet döneminde de "Galatasaray Lisesi" adını aldı.

Gül Baba'nın Sultan İkinci Bayezid'e verdiği o güzel kokulu sarı ve kırmızı güller önce bu lisenin, sonra da Galatasaray Spor Kulübü'nün sembolü oldu.

Gül Baba'nın türbesi bugün de orada, okulun bahçesindeki yeşillikler arasında duruyor ve ziyaretçilerinden fatihalar bekliyor.

Geyikli Baba

Orhan Gazi gittiği yerlerde garipleri ve derviş kişileri arayıp sorardı. Bir gün, İnegöl'de bulunan baba dostu Korkut Alp O'na haber göndererek, "Keşiş Dağı çevresinde geyiklerle gezip söyleşen ve Geyikli Baba adıyla anılan bir dervişin olduğunu" bildirdi.

Orhan Gazi hemen adamlarını gönderip Geyikli Baba'yı davet etti ama o mübarek zat bu daveti kabul etmedi.

Orhan Gazi adamlarını tekrar gönderip sebebini sorunca Geyikli Baba şu cevabı verdi:

"- Dervişler kalp ve göz ehli olurlar da her işin zamanını gözetirler. Vakti gelince davete uyarlar ki, gittikleri zaman duaları makbul ola!"

Günlerden bir gün, Geyikli Baba kavak ağaçlarından birini köküyle birlikte sökerek Bursa'nın yolunu tuttu; sarayın avlusuna girdi ve kapının iç tarafına bu ağacı dikmeye başladı. Durumdan haberdar edilen Orhan Gazi oraya geldiğinde ağaç dikilmişti. Derviş şöyle seslendi:

"- Bu ağaç bizim hediyemizdir ve burada durdukça dervişlerin duası sana ve soyuna makbuldür!"

Sonra durup duasını yaptı ve geldiği yere doğru gitmeye başladı. Arkasından koşup yanına varan Orhan Gazi ile aralarında şöyle bir konuşma oldu:

"- Derviş Koca! Şu eyleştiğin, dağında dolaştığın İnegöl yöresi senin olsun!"

"- Mal da, mülk de Allah'ındır Bey! O. ehline verir. Biz mal ve mülk ehli değiliz."

"- Peki, mal ve mülk ehli kimlerdir?"

"- Hak Teala, dünya mülkünü senin gibi hanlara ısmarladı. Malı da iş ehline ısmarladı ki, kulları birbirleriyle işlerini göreler."

"- Derviş Koca, benim sözümü de tutsan ne olur? Arkadaşların için şöyle bir parçacık yer de mi kabul etmezsin?"

"- Peki, kalbin kırılmasın Bey! Şu tepecikten berisi dervişlerin avlusu olsun, yeter!"

Orhan Gazi oldukça rahatlamış olarak geri döndü. Geyikli Baba öldükten sonra kabrinin üstüne bir türbe, yanına da bir tekke ile mescid yaptırdı.

Geyikli Baba'nın saray avlusuna diktiği kavak ağacı gelen her padişah tarafından korunup gözetilerek ulu bir ağaç oldu.

"Geyikli Baba Tekkesi" de o gün bu gün varlığını korudu ve hep ziyaret edildi.

Emir Sultan

Seyyid Muhammed Buhara’da doğar. Kendini bildi bileli ilim meclislerine koşar. Okur, okutur, öğrenir, öğretir, hasılı iyi yetişir. Babasının (Seyyid Emir Külâl Hazretleri’nin) vefatı üzerine Medine’ye yerleşmeye niyetlenir. Artık Alemlerin Efendisi’ne komşu olmalı ve ömrünün sonuna kadar kalmalıdır orada. Nitekim önce hacceder, sonra Münevver Belde’ye geçer. Ama bakın şu işe ki, o yıl görülmedik bir kalabalık vardır. Yine de misafirhanelerden birinde kıvrılıp uyuyacak kadar olsun bir yer bulur, döşeğini serer. Ancak binaya bakanlar alelacele gelir, başına dikilirler. “Ama efendim” derler, “orası Seyyidlere ayrıldı.” Seyyid Muhammed güler. “İyi ya” der, “Ben de Seyyidim zaten.” Görevliler “Hadi canım sen de” demezler belki, lâkin delil isterler. Seyyid Muhammed ellerini çaresizlikle açar, boynunu büker, “Buraların yabancısıyım, söyleyin kim şahit olsun bana?” der.

-Peki ama, biz nasıl inanalım sana?

-Durun. Bir şahit buldum galiba.

-Kimi?

-Dedemi!

Seyyid Muhammed “Buyrun!” der, önlerine düşer. Mescid-i Nebi’ye gelirler. Genç Seyyid kabre döner, “Esselamü âleyküm ya ceddi!” der. Kabirden çok tatlı bir ses duyulur “Ve âleyküm selâm ya veledi!”

İSTİKAMET ANADOLU

Seyyid Muhammed Medine’de yerleşmeye niyetlidir, ancak bir gece rüyasında Resulullah Efendimiz’le, Hazret-i Ali’yi görür. Ona, Anadolu’ya gitmesi emredilir. Üç nurdan kandili takip edecek, kandillerin söndüğü yerde yerleşecektir.

Seyyid Muhammed uyandığında kandilleri karşısında bulur. Hemen o gün hazırlanır, çıkar yola. Seyahat haftalar sürer ve bir gün kandiller söner. Uludağ eteklerinde yemyeşil bir beldededir şimdi... Bursa’da!

Yöre halkı onu keşfetmekte gecikmez. Etrafında halka olur sohbetine katılırlar. Hatta Sultan derler ona. Emir Sultan!

O günlerde Yıldırım Bayezid Macarlar’la savaşmaktadır. İki tarafta güçlü, haliyle kayıplar büyüktür. Yaralılar öylesine çoktur ki çadırlardan taşar. Üstelik cerrah sıkıntıları vardır. Ancak, revirde o güne kadar tanımadıkları bir genç peydahlanır. Görünüşe bakılırsa son derece mahir bir hekimdir. Hatta günün birinde sultanın kolundaki yarayı sarar. Kesik derindir, ama tutkalla yapıştırılmışçasına iyileşir. İzi bile kalmaz. Yıldırım Bayezid sargıyı çözerken hayretten dilini yutar. Zira bu hanımının nişanlıyken kendisine verdiği mendilin yarısıdır. Sırrı bilmek ister. Ama esrarengiz genç yoktur ortalıkta.

Niğbolu müstahkem bir kaledir. Osmanlı ordusu büyük kayıplar vermesine rağmen tek taş sökemez. Görünen o ki, bu gidişle kaleye girmeleri ham hayaldir. Ama Yıldırım kolay pes etmez. Büyük bir âzimle yürür surların üstüne. Tam ümidini yitirmek üzeredir ki, kale kapısı açılır. Osmanlı ordusunu âdeta içeri buyur eden genç kolundaki yarayı saran hekimin ta kendisidir.

FATIMA SULTAN’IN RÜYASI

Yıldırım o yıl Edirne’de konaklar. Ailesi Bursa’dadır. Bâyezid’in Hundi Fatıma adında hâya ve takva sahibi bir kerimesi vardır. Bu kızcağız bir gece rüyasında Efendimiz’i görür. Ondan Muhammed Buhari ile evlenmesi istenir. Ama kızcağız edebinden kimseye bir şey söyleyemez. Ertesi gün Server-i Kainat yine rüyasını şereflendirir ve “Eğer” buyururlar, “Ahirette şefaatime kavuşmak istiyorsan dinle beni!”

Hundi Fatıma Sultan’ın talibi çoktur. Adı büyük paşalarla, namlı beyler sıradadır. Görünüşte Emir Sultan gibi fakir ve garip biri onlarla aşık atamaz. Ancak Hundi Sultan kararlıdır. Bedeli ne olursa olsun Emir Sultan’la evlenecektir. Ama sırrını kimselere açamaz. Hem Emir Sultan’ın Efendimizin emrinden haberi var mıdır acaba?

Çok geçmez. Bir gün Emir Sultan dünür yollar saraya. Valide sultan dudak büker. Açıktan açığa “olmaz!” demez; ama öyle demeye getirir. “Söyleyin ona” der, “kırk deve yükü altın getirsin, alsın kızımı!”

Emir Sultan sakindir, “Öyleyse!” der, “göndersin develeri!”

Mübarek, devecibaşını karanlıkta karşılar, onları hiç dolandırmadan Nilüfer çayına götürür. Su yatağındaki çakılları göstererek “Doldurun!” der, “Hatta kendi keselerinizi de.”

Devecilerden bazıları “bunda bir hikmet olmalı” der, bazısı güler geçer. Hele içlerinden biri “n’olacak bunlar” deyip aldığı çakılları geri döker.

Muhammed Buhari Hazretleri Valide Sultan’ın huzuruna çıkar. Heybeler ters yüz edilir. Zemini kıpkızıl altın kaplar. Valide sultan şaşırmanın ötesinde korkar. Şimdi diyecek tek sözü vardır: “Nasıl istiyorsan öyle olsun!”

YILDIRIM’IN TEPKİSİ

Nikah haberi Edirne’ye ulaştığında Yıldırım çok bozulur. “Benim kızım, benden habersiz nasıl evlenir?” der ve kızını cezalandırmak üzere Süleyman Paşa’yı Bursa’ya yollar. Valide Sultan kızına ve damadına siper olur. Dahası büyük âlim Molla Fenari araya girer, askeri ikna eder. Hatta sarılır kaleme, padişaha bir mektup yazar. Yıldırım Bayezid’in Molla Fenari Hazretleri’ne olan hürmetini bilen Süleyman paşa boyun büker, döner geri.

Aradan aylar geçer. Bayezid Bursa’ya avdet eder. Halk yollara çıkar, sultanı karşılar. Yıldırım bir an kalabalığın içinde esrarengiz hekimi görür. Derhal atından iner. Ellerinden tutup sorar: “Söyle yiğidim o maharet neydi öyle?” Emir Sultan Hazretleri Feth suresinden bir ayet okur. “Allah’ın kuvvet ve yardımı, biat edenlerin vefa ve sadakatlerinin üstündedir” Bayezid tekrar sorar: “Ya mendilin öbür yarısı?” Emir Sultan cebinden çıkarıp uzatır. Sultan meraklıdır:

-Adını bağışlar mısınız?

-Muhammed!

-Yanında Buharisi’de var mı?

-Var!

-Yoksa?

-Elinizi öpebilir miyim baba.

-Hayır. Öpülecek el seninki.

Ve kucaklaşırlar.

BURSA ULU CAMİİ

Yıldırım Bayezid Niğbolu zaferinde kazanılan ganimetlerle muhteşem bir mescid yaptırmak ister. Mimarlar bugün Ulucami'nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir. Ancak yaşlı bir kadıncağız bir "Evim de evim" feryadı tutturur ki sormayın. Değerinin fevkinde ücretlere omuz silker, bütün tekliflere "olmaz" der. Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o direnir.

Sultan Bayezid caminin yerini sevmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar "mal onun değil mi" derler, "satarsa satar, satmazsa satmaz!" Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid'in aklına damadı gelir. Emir Sultan'ı bulur meseleyi anlatır. Mübarek sadece tebessüm eder. "Acele etme!" der, "Bir gecede neler değişmez?"

İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır. Kalabalıkta korkunç bir azab endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. İnsanlar âlemlere rahmet olarak yaratılan Efendimiz'in yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana. Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecâli yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ıstırapla yerleri tırmalar. Elinden kaçan büyük fırsat ciğerini dağlar. Feryad figan ağlamaya başlar. İşte tam o sırada Emir Sultan'ı görür, "Herkes cennete gitti" der, "Ben bir başıma kaldım burada!" Mübarek o gönül ferahlatan tatlı sesiyle sorar, "Kurtulmak istiyor musun?" Kadın nefes nefese cevap verir:

-Hiç istemez miyim?

-Öyleyse Sultanımızı üzme!

Ertesi gün kadın ayağı ile gelir, evini verir. Üstelik önüne konulan ücreti bağışlar camiye.

ANKARA SAVAŞI

Emir Sultan, Yıldırım'ın Timur Han'la savaşmasına razı değildir. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu kardeş kavgasına mani olamaz. Çekilir bir taraflara. Hatta bu kayıtsızlığa mana veremeyen Hundi hatun sorar:

-Babamı yalnız mı bırakıyorsun?

-Bak hatun! Ne bu savaşın bir manası var, ne de babanın kazanma şansı. Eğer elinden bir şey geliyorsa hiç durma, geç olmadan çevir onu.

-Niye öyle söylüyorsun. Babam mağlubiyet tatmamış bir sultandır.

-Evet Timur da mağlubiyet tatmayan bir hakandır. Sen onun kaç devleti yıktığını biliyor musun? Üstelik ülkesi daha büyük, askeri daha fazla. Dahası Maveraünnehr illeri ilimde de, sanatta da çok önümüzde.

-Sen babamın manevi zırhı değil misin?

-Peki sen Timur'u koruyucusuz mu sanıyorsun. O, zamanın kutbundan dua aldı. Ancak Hace Hazretlerinin dahi böylesi bir savaşa rızası yok.

-Ne yapmalıyız peki?

-Baban aklını örten öfkenin farkına varmadıkça ne yapabiliriz ki?

-Diyelim ki öfkesi galip geldi.

-Zor günlere hazırlansanız iyi edersiniz.

Ankara Savaşı’nda yaşanılan acı mağlubiyetin ardından Timuroğulları Bursa'yı muhasara altına alırlar. Şehir halkı zor durumdadır, hatta aç kalır. Ahali gelip Emir Sultan'ı bulur ve çok yalvarırlar. Mübarek bir kağıda bir şeyler karalar, ordugâha yollar. O kağıtta ne yazılıdır bilemiyoruz, ancak hemen o gün çadırlar sökülür. Asya yollarına göç düzülür.

EMİR SULTAN KİME GÖLGE?

Ne hikmetse Anadolu halkı hep Emir Sultan Hazretleri ile Yıldırım Bayezid arasındaki menkıbeleri anlatır. Hâlbuki bu büyük veli Bayezid'den ziyade Çelebi Mehmed'in yanındadır. Ankara Savaşı’nın ardından Anadolu çok karışır. Şehzadelerden Musa Çelebi, İsa Çelebi'nin üzerine yürüyüp Bursa'yı ele geçirir. Süleyman Çelebi ise Edirne'yi elinde tutar. Ancak bunlar devleti muhteşem günlerine döndürebilecek kıratta değildirler. Şehzade Mehmed iyi bir asker ve dirayetli bir liderdir. Ancak fitne çıkarmaktan çekinir. Çekilir köşesine işaret bekler. Allah dostları ne derse onu yapacak. İcabında kardeşlerinin emrinde çeri olacaktır. Bir gece rüyasında Murad-ı Hüdavendigar'ı görür, yanında Emir Sultan Hazretleri vardır. Dedesi önce bir kılıç verir, sonra yerinde duramayan kar renkli küheylanı gösterir "Haydi!" der, "Vazife sende!" Çelebi Mehmet hâlâ mütereddittir. Emir sultan bakışları ile cesaret verir ona. "Korkma!" der, "yanında biz varız!" İşte Çelebi Mehmed bu işaret üzerine yola çıkar ve tabiri caizse Osmanlı Devleti’ni silbaştan kurar. Tarihçilere sorarsanız Çelebi Mehmed'in başardığı iş Osman Gazi'ninkinden aşağı değildir. Emir Sultan vefatından sonra da büyük hürmet görür. Meselâ Yavuz Selim, Mısır seferine çıkarken büyük velinin nurlu türbesini ziyaret eder, imdat diler. Kabirden çok net bir ses işitilir:

-Ya Selim! Üdhulu Mısra İnşaallahü aminin. (Ey Selim. İnşallah Mısır'a emniyet içinde girersin!)

...Ve öyle de olur!

Ebussuud Efendi

O gün Süleymaniye Camii cemaate dar gelir. Muazzam kalabalığın bir ucu Mercan yokuşundadır, bir ucu Vefa sokaklarında. Kolay değil bir devre mührünü vuran sultan, Muhteşem Süleyman yoktur artık. Ebussuud Efendi “Allah için namaza” diye bağırır, Mübelliğler haykırırlar “Er kişi niyetine” Ses dalga dalga yayılır uzaklara.

Kanuni, Zembilli Ali Efendi, İbn-i Kemalpaşa, İmam-ı Birgivî gibi zirvelerin sohbetinde yetişir. Yahya Efendi gibi bir derya ile süt kardeştir. Eh böylesi biri ölümü çok düşünse gerektir. Nitekim kabrini sağlığında kazdırır. Ölmeden toprağını avuçlar, fatihalar okur kendi mezarına.

SEN KENDİNİ KURTARDIN AMA...

Sultanın naaşı tam mezarına bırakılacaktır ki, elindeki çekmeceyi tabutun yanına sıkıştırmaya çalışan bir saray ağası Ebussuud Efendi’nin dikkatini çeker, mübârek derhal müdahale eder “Dur bakayım!” der, “Neler oluyor orada?”

-Bu emaneti mezara bırakmam gerek.

-Olmaz! Böyle bir şey caiz değil.

-Sultanımız vasiyyet ettiler ama.

-Vasiyyet mi? İçinde ne var acaba?

-Bilmiyorum efendim.

-Ver bakayım şu çekmeceyi.

Adamcağız uzatır, Şeyhülislâm uzanır. Lâkin tam o sıra kalabalık dalgalanır, çekmece yere düşer. Ortalığa yüzlerce kâğıt yayılır. Ebussuud Efendi bunlardan birini eline alır. Altında kendi mührünü görmez mi? Gözü kararır, rengi uçar. Benzinde tek damla kan kalmaz, bildiğiniz kül kesilir. Hemen oracığa çöker, yumruklarını şakaklarına dayar. Zor duyulan bir sesle “Ah Süleyman ah!” der, “Sen kendini kurtardın. Bakalım Ebussuud ne yapacak?”

İKİ GÖZDE ELÇİ

Ali Kuşçu ve Mustafa İmâdi Uluğ Bey’in yanında yetişmiş birer zirvedirler. Hem gökleri kitap gibi okur, hem de hastalıkları teşhis ederler. Şairdirler, ediptirler. Tarihi, coğrafyayı iyi bilirler. Timuroğulları dağılınca Akkoyunlular’ın hizmetine girerler.

Uzun Hasan bunları elçi olarak Fatih’e gönderir. Fatih insan sarrafıdır. Uzun Hasan’ın mesajıyla ilgilenmez bile. Ama gözünü elçilerden alamaz. Bu iki âlime hayran olur ve ne eder eder onları Osmanlı’ya kazandırır.

Gel zaman git zaman Mustafa İmâdinin oğluyla Ali Kuşçu’nun kızı evlenirler. Bu kutlu izdivaçtan, nurlu Ahmed (Ebussuud Efendi) doğar. Ebussûud Efendinin babası Şeyh Yavsi (İskilip’te medfundur) hünkârların şeyhi, şeyhlerin hünkârı diye tanınır. Özellikle II. Bayezid ona çok hürmet eder. Eh böylesi bir ailede gün boyu ilim konuşulur, hele çocuk Ebussuud Efendi gibi bir zeka küpüyse minicikken ilim ehli olur. Dahası Müeyyedzâde ve Mevlâna Seyyidi Karamâni’nin tedrisinden geçer. Nitekim Akşemseddin’in halifelerinden İbrahim Tennûri Hazretleri’nin feyzli sohbetlerine kavuşur, ulaşır kemâle.

PAŞAZADE HAZRETLERİNİN GÖZDESİ

İbn-i Kemâlpaşa, Ebussuud Efendi’yi gördüğü gün bir kenara yazar. Onu genç yaşta İshâkpaşa Medreselerine müderris yapar. Sonra Bursa ve İstanbul kâdılığına getirir ki bunlar büyük makâmlardır. Zira o devrin kâdıları aynı zamanda belediye başkanıdırlar. Mübarek çok sıkı çalışır, ona ayak uydurmak çok zordur. Ancak öylesine ehil ve öylesine çalışkandır ki ara basamakları atlaya atlaya yükselir ve genç yaşta kadıasker olur. Kanuni ile Macaristan seferine katılır, askerle bıkıp usanmadan sohbet eder, onları zafere inandırır. Budin’de ilk hutbeyi o okur. Süleymaniye’nin temeline ilk taşı o koyar. Sultanı Kıbrıs’ın fethine ikna eder. Nitekim bir ilim adamının varacağı son noktaya getirilir ve tam 30 yıl (dile kolay) şeyhülislâmlık yapar.

Ebussuud Efendi sade giyinir ama çok heybetlidir. Güler yüzlü ve tatlı dillidir. Üslubu latifelidir ve çocuklarla yakından ilgilenir. Arapça sorana Arapça, Farisi sorana Farisi cevap verir. Şiirli suallere çok sanatlı karşılıklar hazırlar. Sıradan insanları bile ciddiye alır, basit sualleri dahi savuşturmaz, muhatap anlayıncaya kadar izah eder. Ebusuud Efendi sadece insanların değil cinlerin de meseleleri ile ilgilenir. (Mübareğin cinlere yazdığı fetvalar Eyüp’de Yazılı Medrese’nin duvarlarında bulunuyordu. Ancak hem Hind, hem Arap harflerine benzeyen bu esrarlı yazılar okunamadı ve zamanla boyatılarak kapatıldı)

Ebusuud Efendi Sultan Süleyman’a “Kanuni” adını kazandıran kanunların mimarıdır. Özellikle o devirde şiddetle ihtiyaç olan arazi kanunnamesini yazar, Tımar ve zeametleri sisteme sokar.

HIZI BAŞ DÖNDÜRÜR

Devlet işlerinde yanındakilerin tahammül edemeyeceği bir süratle çalışır. Kâtiplerin bir kısmı günün ilk yarısı kalem oynatırlar, bir kısmı ikinci yarısı yumulurlar kağıda. Mübarek çok prensiplidir. Yapılmasına karar verilen işleri asla unutmaz. Vakitli vakitsiz teftiş eder, eksiklikleri, aksaklıkları gözüyle görür ve yerinde giderir. Ebussuud Efendi 20 mükemmel kitap hazırlar ve zaman zaman içli ve manalı şiirler yazar.

Hepsi bir yana Mâlulzâde, Hoca Sadettin, Bostanzâde Mehmed ve Bostanzâde Mustafa, Şair Bâki, Kınalızâde, Fudayl bin Ali Cemali ve Ataullah Efendi gibi pırlantaları yetiştirir.

Eh elbette ibadet ehlidir. Uykusuz geçen geceler, onlar için meziyet değildir. Belki de bu yüzden onu İmam-ı âzam Efendimize benzetirler.

Eğer yaptığı işleri, yaşadığı günlere bölerseniz şaşırırsınız. Bir insan hem halkla uğraşsın, hem sultanı yalnız bırakmasın. Seferlere çıksın, merasimlere katılsın, kitap yazsın, fetva versin, talebe yetiştirsin, devleti sisteme oturtsun, adli ve idari mesuliyetleri olsun, müesseseleri kontrol etsin, fikir üretsin, tıkanan işleri yerinde düzeltsin. Hem de hiçbirini aksatmasın. Vallahi zor! Çok zor. Hoş onlar bu yüzden büyüktürler ya.

Eh, mimarı Sinan, kaptanı Barbaros, şairi Baki, seyyahı Piri Reis, tarihçisi Hoca Saadettin, velisi Yahya Efendi olan bir devrin Şeyhülislâmı da böyle olmalıdır. Ebussuud gibi. (Kuddise sirruh)

Ebussuud Efendi bir sahabe aşığıdır ve Eyyûb Sultan civarına defnedilmeyi vasiyet eder. Halid bin Zeyd'i (radıyallahu anh) ziyarete gelenler, büyük velinin önünden geçerler.

Ebussuud Efendi’nin nurlu kabri Eyyûb Meydanı'nda adıyla anılan Dar-ül Hadis'in bahçesindedir.